İlk Müslüman Türkler Süreyciler ve Hz. Osman'ın Kılıcındaki Sır
Kadim
Türk Boylarından biri olan Kayı Boyu, İslam ile
şereflenen ilk Türk’ler olmuş, Kâbe’nin
Kayyımlığı vazifesini 1400 yıl boyunca
taşımış ve Peygamber Efendimize (s.a.v.) Kabe’nin
kapılarını açmış, Hz. Osman’a
üzerine Kayı Boyunun damgasını vurduğu
kılıcı hediye etmiş, bu kılıç 12
İmam ve Altın Silsile yoluyla Şeyh Edebali’ye,
ondan da yine Kayı Boyu’nun hükmettiği Osmanlı
Devletine ve devletin kurucusu Osman Bey’e ismini nakşetmiştir.
İlk
Müslüman Türk sülalesi “Süreyciler”.
Bu bulgu, esasında yüzlerce yıldır gözlerimizin
içerisine bakıyor ve bu koca gerçeği
haykırıyordu. Türk-İslam tarihinin satır
başı olacak, Türklerin İslam dinine ne denli
büyük ve önemli hizmetleri olduğunu kavramamızı
sağlayacak bu tarihi tespit, İlk Türk Sahabeler olan
Süreycileri karşımıza çıkartıyor.
Oğuzların
Bozok kolundan olan Kayı Boyu’nun bir kolu, 500’lü
yıllarda Ak Hun İmparatorluğu döneminde yaşayarak
Ak Hunların yıkılmasından sonra ticaret yolları
üzerinden göç edip Mekke’ye ulaşmış,
burada yerleşerek Süreyc kabilesini kurmuş ve kadim
Türk Mesleği olan demircilik yaparak ürettiği
kılıçlarla Mekke’de ün salmıştey
ı. Bu kabile, 500’lü yıllarda Mekke’de
kalabalık bir sülale haline gelince kazandığı
saygınlık ve itibar ile Kâbe Kayyımlığını,
yani Kâbe’nin koruyuculuğunu üstlenmiş ve
Kâbe’nin anahtarlarını teslim alarak bu
vazifeyi Peygamber Efendimiz (s.a.v.) dönemine kadar devam
ettirip Peygamber Efendimize (s.a.v.) Kâbe’nin kapısı
açmıştır.
Peygamber
Efendimiz (s.a.v.), saadet asrında Mekke’nin hâkimi
olunca Kâbe’nin anahtarlarını son Kayyım
olan Süreyc kabilesinin reisi Osman Bin Talha’dan
almıştır. Osman Bin Talha, Kâbe’nin
koruyucu sülalesi olarak 5 kuşaktır Kâbe
Anahtarlarını taşıyan Süreycilerin reisidir.
Süreyciler bu vazifeyi 5 kuşaktır, yani yaklaşık
olarak 120 yıldır devam ettirmekteydiler. Zira Kayı
boyuna mensup olan Süreyciler, kadim inançları olan
“Gök Tanrı” dininin temsilcisi olarak Hz.
İbrahim’in atası olan Hz. Nuh’u görmekte
ve bu kutsal yeri koruma görevini farkında olmasalar da
itikadi bir vazife olarak üstlenmekteydiler.
Peygamber
Efendimiz, peygamberlik müjdesini alınca Mekke eşrafını
ve Kureyşlileri İslâm’a davet etmeye
başlamıştı. Bu davetlerden biride Kureyş’in
önde gelen sülalelerinden biri olan Süreycilere
ulaştı. Peygamber Efendimizin, Osman Bin Talha’yı
bizzat İslâm’a davet etmesine rağmen
Süreycilerin lideri ve reisi olan Osman Bin Talha, bu daveti
kabul etmemiş ve Efendimizin Mekke’ye girmesine de mani
olmuştu. Peygamber Efendimiz ise ona sükût ile şu
ibretlik cevabı verdi ; “Ey
Osman! Ümit ederim ki, bir gün sen, beni bu anahtarları
nereye isterseniz koyarsınız, kime isterseniz verirsiniz
diyeceğin bir mevkide göreceksin”.
İlerleyen
zamanlarda İslam’ı kabul edip Efendimiz ile birlikte
Cihad edecek olan Osman Bin Talha, Peygamber Efendimizin bu ibretlik
sözü söyleyip geri dönmesi ile kendi inançları
ile yaşamaya devam edip Mekke Kayyımlığına
vazifesini bir süre daha sürdürdü. Kureyş,
cahiliye dönemi olarak adlandırılan bu dönemde
putlara, ateşe ve muhtelif sapkın varlıklara
inanmaktaydı. Süreyc kabilesi de kadim Türk inancı
olan Gök Tanrı inancını taşıyorlardı.
Esasında Gök Tanrı inancında geçen Türk
Ata’nın babası olan Nuh Ata yani Hz. Nuh, Hz.
İbrahim’in dini olan Hak Dinin daha evvelki temsilcisiydi.
Bu bakımdan farkında olmasalar da kendi dinlerinin
mabetlerini koruyor ve kayyımlığını
üstleniyorlardı. Artık Hz. Nuh ve Hz. İbrahim’in
tebliğ ettiği Hak Dinin son Peygamberi olan Hz. Muhammed
(s.a.v.) Allahın dinini tebliğ ediyordu. Ancak Süreycilerin
İslam’ı kabul etmeleri kolay olmadı.
Süreyciler,
İslam’ı kabul etmeseler de toplum nezdinde saygın,
itibarlı ve erdemli bir kabile olarak tanınmaktaydılar.
Süreycilerin bu necip vasıflarına bir örnek
olarak Efendimizin zevcesi Ümmi Seleme ile olan münasebeti
gösterebiliriz. Peygamber Efendimizin zevcesi Ümmi Seleme,
Müslümanlığı kabul etmesinden ötürü
Mekke’de büyük eziyetlere maruz kalmaktaydı.
Bunun üzerine kabilesi Ümmi Seleme’ye Medine’ye
hicret etme izni vermişti. Ancak Ümmi Seleme hicret yoluna
tek başına çıkmıştı. Ümmi
Seleme, sapkın bir dönemde ve tehlikeli bir bölgede
tek başına hicret ederken göç yolunda Osman Bin
Talha ile karşılaştı. Osman Bin Talha, Ümmi
Seleme’yi yalnız ve bir o kadar da tehlikeli bir yolda tek
başına görünce halini ve durumunu sordu. Ümmi
Seleme’nin durumunu öğrenen Osman Bin Talha, büyük
bir edep ve keremle kendisine eşlik ederek Mekke’ye,
Peygamber Efendimizin köyüne götürdü ve
“Senin
kocan işte bu köydedir. O halde onun yanına git”
diyerek onu Efendimizin köyüne teslim etti ve geri döndü.
Ümmi Seleme, Osman Bin Talha’nın bu necip
hareketinden övgü ile bahsetmiştir. Cahiliye dönemi
gibi sapkın ve kadınların saygı görmediği
bir dönemde Osman Bin Talha’nın düşmanının
karısına gösterdiği bu edep, saygı ve iyi
niyet Süreycilerin edindiği saygınlık ve itibarın
sebebini açıkça ortaya koymaktadır.
Süreyciler’in,
necip vasıfları, saygın kişilikleri ve kutlu
vazifeleri ile üstlendikleri Kâbe Kayyımlığına
rağmen halen İslam ile şereflenmemişlerdi. Zaman
ilerledikçe İslam’ı kabul edenlerin sayıları
artıyor, müşriklerin Peygamber Efendimiz ve sahabeleri
üzerindeki baskıları da artıyordu. Artan baskılar
neticesinde Peygamber efendimiz, bu baskılar neticesinde
sahabeleriyle birlikte Medine’ye hicret etmek zorunda
kalmışlardı. Müşriklerin başı olan
Ebu Süfyan da, teşekkül ettiği büyük
bir ordu ile Müslümanların üzerine gitmeye
hazırlanıyordu. Süreyciler, İslam’ı
henüz kabul etmedikleri için de Ebu Sufyan’ın
ordusuna katıldılar. 23 Mart 625’de Uhud Dağı
civarında gerçekleşen bu mücadele İslam
Tarihinde Uhud Savaşı olarak geçmektedir. Bu savaşta
her iki tarafta kesin bir üstünlük elde edememişti.
Süreyciler de ilk kez Peygamber Efendimiz ve Müslüman
ordularına kılıç kaldırmış
oldular. Üstelik Süreycilerin lideri ve Mekke’nin
Kayyımı Osman Bin Talha, bu savaşta babasını,
kardeşlerini ve yakın akrabalarını kaybetmişti.
Artık Mekke’nin anahtarını tek başına
taşıması ve koruması gerekiyordu.
Osman
Bin Talha’nın İslam’ı kabul etmesi büyük
bir hikmet ve ibret olma özelliği taşır. Zira
Osman Bin Talha, hakkında ayet indirilmiş mübarek bir
zattır. Osman Bin Talha’nın iman etmesi, ne ilginçtir
ki koruyucusu olduğu Kâbe’nin ve Mekke’nin
fethedilmesi ile aynı esnada gerçekleşmiştir.
Efendimiz, 629 yılında Mekke’yi fethedince Kâbe’de
namaz kılmak için Hz. Ali’ye Kâbe’nin
anahtarlarını almasını buyurur. Zira Osman Bin
Talha, vazifesi gereği Kâbe’nin kapılarını
kilitlemişti ve anahtarı bizzat korumaktaydı. Hz. Ali,
aldığı kutlu vazifeyi yerine getirmek için
Osman Bin Talha’nın yanına gidip Kâbe’nin
anahtarlarını istediğinde, Osman Bin Talha, Hz.
Muhammed’in (s.a.v.) peygamberliğine inanmadığını,
Kâbe’nin anahtarının uzun zamandır kendi
kabilesinde olduğunu ve vermeyeceğini söyledi. Bunun
üzerine gücüyle çöl aslanı lakabını
almış olan Hz. Ali, Osman Bin Talha’nın elindeki
anahtarı elini sıkarak zorla aldı ve vazifesini
tamamlamak için Efendimizin yanına giderek kendisine
teslim etti.
Hz.
Ali, emri yerine getirip anahtarı Peygamber Efendimize (s.a.v.)
teslim etmişti ancak Efendimiz, kendisine anahtarı teslim
eden Hz. Ali’ye şöyle buyurdu ; “Al
bu anahtarları git Osman Bin Talha’ya teslim et”
Hz.
Ali, bu hikmetli duruma şaşırarak “Ey
Allah’ın Resulü, emriniz ile anahtarları aldım
ve teslim ettim. Şimdi neden geri getirmemi emrediyorsunuz,
bunun hikmeti nedir?”
diye sorunca efendimiz şu hikmetli ve ibretli cevabı verir
;
“Ya
Ali, sen anahtarı getirirken Yüce Allah, Cebrail ile bana
vahiy gönderdi : Emaneti ehline veriniz!”
(Nisa Suresi 58. Ayet). Kabe’nin anahtarları uzun
yıllardır Osman Bin Talha ve soyundadır. Onlar
Kâbe’nin nasıl temizleneceğini, nasıl
sahip çıkılacağını çok iyi
bilirler. Emanetin ehilleri onlardır. Bu Allah buyruğudur .
“Git
ve teslim et!”
Hz.
Ali, Peygamber Efendimizin buyurduğu gibi anahtarı Osman
Bin Talha’ya teslim eder. Osman Bin Talha ise bu duruma
şaşırarak “Biraz
önce elimden zorla alan sen değimliydin, şimdi neden
geri getirdin?”
diye sorduğunda Hz. Ali, bunun Allah’ın vahyi ile
henüz emrolunduğunu ve Hz. Muhammed’in (s.a.v.) böyle
buyurduğunu söyleyince Osman Bin Talha, bu ibretlik durum
karşısında İslam’ın hakikatine,
Peygamber Efendimizin Resullüğüne İman ederek
İslam ile şereflenir.
Osman
Bin Talha, artık İman etmiştir. Üstelik İslam’ın
Kıblesi, Hz. İbrahim’in evi, yıllardır
koruduğu ve kayyımlığını yaptığı
Kâbe’nin anahtarları Allah’ın buyruğu
ile kendisine teslim edilmiştir. Kısa bir süre önce
Peygamber Efendimizin girmemesi için elleriyle kilitlediği
Kâbe’nin kapısını bu sefer Efendimizin
girebilmesi için elleriyle açmıştır.
Peygamber efendimiz, bu hadisenin üzerine Osman Bin Talha’ya
şöyle buyurdu ; “Ey
Ebu Talha Evladı! Ceddinizden kalma olan emaneti size payidar ve
baki olmak üzere alınız. Bunu zalim olmaksızın
hiçbir kimse alamaz”
Osman
Bin Talha, o günden sonra Kâbe’nin koruyuculuğuna
devam etti ve Mekke’nin fethinden sonra Huneyn savaşına
katılarak İslam Ordusu ile birlikte cihat etti. Bu savaştan
bir süre sonra Efendimizin yanına Medine’ye gitti ve
Efendimizin vefatından sonra tekrar Mekke’ye döndü.
Dört halife devrinde İslam Ordularının
Cihatlarına katıldı. 662 yılında Mekke’de
vefat etti. Kâbe’nin kayyımlığı Osman
Bin Talha’dan sonra da Süreyciler kabilesi tarafından
devam ettirildi. Ne ilginçtir ki Kâbe, İslamiyet’ten
önce (550’li yıllardan itibaren) Kayı
Türklerinden olan Süreyciler tarafından korunmuş,
1517’de Yavuz Sultan Selim’in Mısır ve Hicaz’ı
fethetmesiyle yine Kayı Türklerinden olan Osmanlılar
tarafından yönetilmiş, soydaşları olan
Osmanlılar da bu vazifeyi yine Süreycilere emanet
bırakmıştır. Süreycilerin Kabe Kayyımlığı
vazifesi, 8 Ocak 1926’da Suudi Arabistan devletinin kurulduğu
yıla kadar devam etmiş, Böylelikle Kayı
Türklerinden olan Süreyciler, bu vazifelerini 1400 yıl
boyunca devam ettirmişlerdir.
Süreycilerin
Türk olduğu uzun yıllardır bilinmekte ve Arap
tarihçiler tarafından da kabul edilmektedir. Bunun
yanında Kayı Boyuna mensup oldukları ise yakın
zamanda ortaya çıkartılmıştır. Süreyc
kabilesi pek çok Arap tarihi kaynaklarında geçmektedir.
Zira Süreyciler, kadim Türk mesleği olan demircilikte
fevkalade maharetliydiler. Bu maharetleri ile Arap kaynaklarında
hayranlıkla bahsedilen “Türk
Kılıcı”
Süreycilerin ürettiği kılıçlardır.
Süreyciler bu maharetli kılıçları ile
kendisinden sıkça söz ettirmiş, pek çok
İslam halifesi Süreyci kılıçlarını
kuşanmışlardır. Arap Tarihçileri,
Süreycilerden bahsederken “Ubeydullah
Türkü”
demektedirler. Ubeydullah, Süreyci kabilesinin önde gelen
isimlerinden birisi idi ve ünlü bir kılıç
ustasıydı. Tabakat bilginlerinden olan Arap Tarihçisi
Ebû’l Ferec el İsfahani, “Agani”
isimli eserinde Süreycilerden bahsederek ; “Ubeydullah’ın
Atası Türk’tür”
der. Daha pek çok tarihi anekdotta da Süreycilerin Türk
olduğu zikredilmekte, Arap Tarihçileri tarafından
tereddüde mahal bırakmayacak şekilde Süreycilerin
Türk oldukları teyit edilmektedir.
Peki
Süreycilerin yani Kayı Türklerinin Orta Asya’dan
Arap Yarımadasına göç yolculuğu nasıl
gerçekleşti? Bu sorunun yanıtını
bulabilmek için Türk Tarihinin 5. Yy’daki durumuna
bakmak yeterli olacaktır. Osman Bin Talha, 625 yılında
Kabe’nin Kayyımı olarak karşımıza
çıkıyor. Arap kaynaklarında Osman Bin Talha’nın
reisi olduğu Süreyc kabilesinin bu görevi 5 kuşaktır
devam ettirdiğine rastlıyoruz. Buradan hareketle
Süreycilerin bu vazifeyi en az 120 yıldır sürdürdüğünü
anlayabiliyoruz. Dolayısıyla Süreyciler en az 120
yıldır Arap Yarımadasında yaşamışlardır.
Zira Türkçe isimler yerine Arapça isimleri tercih
etmeleri için bu bölgede uzun süredir varlıklarını
sürdürüp Arapların kültürüne
yaklaşmaları gerekecektir. Bu bulgular ışığında
Süreycilerin en kötümser bakış açısıyla
400-500 yılları arasında Arap yarımadasına
geldikleri sonucuna varabiliyoruz. 400-500 yılları
arasındaki Türk Tarihini incelediğimizde Ötüken,
Altay Dağları, Aral Nehri civarında yerleşik
bulunan Türk Boylarının yoğun şekilde Batıya
ve Güneye göç ettiklerini görüyoruz. Zira
Büyük Hun Devleti 216 yılında tamamen yıkılınca,
Hun Devletine tabi olan Türk Boyları da Çin
baskılarıyla 150 yıl boyunca Devletsiz yaşamak
zorunda kalarak dağınık şekilde Batıya ve
Güneye göç etmişlerdi. Bu göç
hareketleri ile kitleler halinde batıya ve güneye kayan
Türk Boyları, 350 yılında Avrupa Hun Devletini,
420 yılında da Ak Hun Devletini (Eftalitler) tarih
sahnesine çıkartmışlardı. Görüldüğü
gibi Büyük Hun Devletinin yıkılması ile
kalabalık kitlelerle göç eden Türk Toplumları,
bu göç hareketlerini öyle büyük kitlelerle
gerçekleştirmişlerdir ki ; göç eden
toplumlar ile iki büyük devlet kurulabilmişti. Bu göç
yollarının Batı Asya ve Mezopotamya ya kadar
ulaştığını ise Ak Hun Devletinin sınırlarını
incelediğimizde görebiliyoruz. Hun Devletinin ardılları
olan Ak Hunlar, 352 yılında kurdukları devletin
sınırlarını 400’lü yıllarda Hazar
Denizinden Maveraünnehir’i içine alacak şeklide
Umman Denizine kadar genişletmişlerdi. Görüldüğü
gibi İç Asya’daki Türk Boyları, 400’lü
yıllarda Mezopotamya ve Umman Denizine kadar yayılmışlardır.
420’li yıllarda Arap yarımadasına kadar
ilerleyen Ak Hunlar, 469 yılında yıkıldıklarında
devlete tabi olan Türk Boyları bu coğrafyada yerleşik
duruma gelmişlerdi. Görünen odur ki Süreyciler,
Ak Hunlar döneminde Arap Yarımadasına kadar ilerleyen
ve Ak Hunların yıkılması ile devletsiz kalarak
kabile halinde Arap Yarımadasına ve ticaret yolları
ile Mekke’ye kadar göç eden Türk boylarından
birisi olmuşlardır. Zira dönemin en önemli ticari
ürünleri kılıç ve demir eşyalarıydı
ve Türk Boylarının bu alandaki ustalıklarıyla
ticaret yolları üzerinden farklı bölgelere göç
etmeleri kaçınılmazdı.
Süreycilerin
Türk olduğunu Arap Tarih kaynaklarından açıkça
görüyor ve Türk Tarihi’nin 4. ve 5. Yüzyıldaki
demografik yapısıyla teyit edebiliyoruz. Bunun yanında
Süreyc kabilesinin, Osmanlı Devletinin kurucu unsuru olan
Kayı Boyu’dan olduğu gerçeği de yeni
ortaya çıkmış durumdadır. Aslında bu
gerçek yüzyıllardır gözümüzün
önünde durmaktadır. Bu önemli bulgu, araştırmacı
yazar Oktan KELEŞ tarafından tespit edilmiş, kendisi
yaptığı çalışmalar ile bu gerçeği
gün yüzüne çıkartmıştır.
Bu
bulgu, bugün Topkapı Sarayında sergilenen Kutsal
Emanetler içerisindeki Hz. Osman’ın kılıcının
üzerinde işlenmiş olan “Kayı Boyu”
damgasıdır. Bu damga bugün çıplak gözle
bile açık şekilde görünmektedir. Bilinenin
aksine bu kılıç, Yavuz Sultan Selim’in Mısır
seferinde kutsal emanetlere sahip çıkıp İstanbul’a
getirmesiyle Osmanlıya ulaşmamış, bizzat Osmanlı
Devletinin kurucusu Osman Bey’e kayınpederi Şeyh
Edebali tarafından hediye edilmiştir. Aslında bu
yanılgının sebebi çok açıktır.
Osmanlı Devletinde zabıt altına alma ve yazılı
hale getirme kültürü Fatih Sultan Mehmet döneminden
sonra ortaya çıkmıştı. Bu tarihten önce
vakalar, olaylar ve önemli gelişmeler yazılı hale
getirilip zapt edilmemekteydi. Dolayısıyla Hz. Osman’dan
Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Bey’e kadar
ulaşan Hz. Osman’ın kılıcı, kutsal
emanetlerle birlikte kutsal bir emanet olarak muhafaza edilmiş,
yazılı bir zabıt bulunmadığından Yavuz
Sultan Selim’in Mısır fethi ile İstanbul’a
getirdiği kutsal emanetlerden biri sanılmıştır.
Burada
iki önemli husus söz konusudur. Birincisi ve en önemlisi,
bu kılıcın üzerinde Kayı Boyu’nun
damgası bulunmaktadır. Bu damganın Kayı Boyundan
olduğu bilinen Osmanlı saltanat ailesi ya da Kılıcın
emanetçisi olan Şeyh Edebali tarafından vurulması
mümkün değildir. Zira böylesi kutsal bir emanetin
üzerine sonradan bir işleme ya da damga vurulması
emanetin kutsiyeti açısından mümkün
değildir. Dolayısıyla bu damga, kılıcın
Kayı Boyu’na tabi bir kılıç ustasının
elinden çıktığını açıkça
ortaya koymaktadır. Peki bu kılıcı kim dövmüş
ve Hz. Osman’a hediye etmiştir? Bu sorunun yanıtını
Arap tarihinden kolayca öğrenebiliyoruz. Kılıç,
Mekke’de yaşayan ve Kâbe’nin Kayyımlığını
üstlenen, ürettiği kılıçlarla ün
salmış olan Süreyc kabilesi tarafından yapılmış
ve Hz. Osman’a hediye edilmiştir. Kılıcı
Hz. Osman’a hediye eden kişinin ismi de Arap Tarih
kaynaklarında geçmektedir. Bu kişinin Adı
Ubeydullah’dır. Ubeydullah, Süreycilerin reisi ya da
lideri değil ünlü bir kılıç
ustasıdır. Zira Peygamber Efendimizin (s.a.v.) döneminde
Kabe’nin Anahtarlarını emanet ettiği
Süreycilerin reisi olan Osman Bin Talha, 4 halife döneminde
de yaşamış, Muaviye döneminde vefat etmiştir.
Hz. Osman döneminde Süreycilerin reisi olan Osman Bin Talha
halen hayattadır ve Süreycilerin reisi konumundadır.
Ürettiği kılıçlarla ünlenen, saygın
ve itibarlı bir kılıç ustası olan
Ubeydullah, aynı zamanda Süreycilerin İslamı
kabul etmesiyle Müslümanlar arasında da saygı
değer bir kişilik olmuştu. Bu bakımdan Arap
kaynaklarında isminden sıkça söz edilir.
İkinci önemli husus ise Hz. Osman’ın
kılıcının Osman Bey’e kadar ulaşmasındaki
gizemli yolculuktur. Bilindiği gibi Hz. Osman, İslamı
ilk kabul edenlerdendir ve Dünyada cennetle müjdelenen
büyük bir zattır. Önemli bir tüccar ve
itibarlı bir sahabe olan Hz. Osman, Peygamber Efendimizle
birlikte pek çok savaşa katılmış,
Efendimizin vefatından sonra 3. Büyük Halife olarak
İslam’a hizmet etmişti. Bu hizmetleri döneminde,
ürettiği kılıçlarla ünlenen Süreyc
kabilesinin kılıç ustası ve itibarlı bir
sahabi olan Ubeydullah, kendisine bir kılıç yapıp,
üzerine ayetler işleyerek Hz. Osman’a hediye etti.
Kılıç ustası Ubeydullah, bu kılıcın
üzerine ayetlerle birlikte Kayı Boyu’nun simgesi olan
damgayı işleyerek bir bakıma imzasını atmış
oldu. Hz. Osman, Ubeydullah’ın hediyesi olan bu Türk
Kılıcını sağlığı boyunca
taşımış ve kullanmıştır. 656
yılında, Mısır’dan yola çıkan
Asi bir hareket, halife Osman’ı öldürmek ve
İslam’a fitne sokmak için büyük bir isyan
hareketine girişmişti. Bu isyan hareketi neticesinde Hz.
Osman, evinde Kuran okurken şehit edildi. Hz. Osman’ın
şehit edilmesi üzerine Ubeydullah’ın hediye
ettiği kılıç, emaneti olarak Süreycilerin
reisi Osman Bin Talha tarafından koruma altına alındı.
Ubeydullah’ın dövdüğü, üzerine
Kayı Boyu’nun simgesini vurarak Hz. Osman’a hediye
ettiği ve Hz. Osman’ın şehit edilmesinden sonra
Süreycilerin reisi Osman Bin Talha tarafından alınıp
emanet olarak sahip çıktığı bu kılıç,
önce Süreyciler, sonrasında ise detaylarını
açıklayacağımız Altın Silsile yoluyla
Türk Din Âlimlerine ulaşmış ve haleften
halefe korunarak, 643 yıl sonra Osmanlı Devletinin kurucusu
Ataman (Osman) Bey’e kadar ulaşmıştır.
Hz. Osman’ın konu edilen kılıcının
Kayı boyuna tabi olan Süreyciler tarafından üretildiği
ve Hz. Osman’a hediye edildiği, hem fiziki bulgular hem de
tarihi emarelerle teyit edilmektedir. Bu bakımdan, söz
konusu kılıcın Kayı Boyuna mensup olan Süreyciler
tarafından imal edilerek Hz. Osman’a hediye edildiği
şüphe götürmez bir gerçek olarak
karşımızda duruyor. Bu kılıcın, Hz.
Osman’dan sonra Osmanlı’nın kurucusu Ataman
Bey’e ulaşması ise tarih serüveni açısından
fevkalade ilginç ve önemlidir.
Osman Bin Talha,
bilindiği gibi Hz. Osman’ın şehit edildiği
dönemde hayattaydı ve Ubeydullah’ın hediye
ettiği kılıcı, sahipsiz kalmaması için
korumak üzere almıştı. Bu kılıcın
Mekke dışına çıkması Süreyciler
eliyle gerçekleşmedi. Zira Süreyciler, devam eden 14
asır boyunca Mekke’de yerleşik kalarak Kabe’nin
Koruyuculuğu vazifesini devam ettirmişlerdir. Bu kılıç,
önce İslam âleminde 12 İmam olarak bilinen, 4
Halifeden sonra İslam âleminin itikadî lideri kabul
edilen İmamlarca muhafaza edilerek haleften halefe emanet
yoluyla nakledilmiş, sonrasında ise Sufilik inancında
Altın Silsile olarak anılan büyük din âlimleri
tarafından yine haleften halefe emanet edilerek yüzlerce
yıl korunmuştur.
Hz. Osman’ın kılıcının
serüvenini, Sufiliğin Altın Silsile olarak ifade
ettiği müntesip silsilesini incelediğimizde
görebilmekteyiz. Zira Hz. Osman’ın kılıcının
son emanetçisi olan Şeyh Edebali, bu emaneti hocası
Hace Ahmet Yesevi’den almıştı. Ahmet Yesevi,
Sufilik silsilesinin son, Yeseviliğin ilk halkasıydı.
Ahmet Yesevi’nin halef olarak bir halkası olduğu
Altın Silsile, çok ilginçtir ki M.s. 750’li
yıllarda, 6. Büyük İmam Cafer Sadık’a
müntesip olmaktadır. Görünen odur ki ; Söz
konusu kılıcın ilk emanetçisi olan Osman Bin
Talha, Hz. Osman’ın kılıcını kutsal
bir emanet olarak son halife Hz. Ali’ye teslim etmiştir.
12 İmam olarak bilinen İmam silsilesinin ilki kabul edilen
Hz. Ali, Selefi ve dostu olan Hz. Osman’ın Kılıcını
emanet olarak alıp kendisinden sonraki İmam’a teslim
etmiş, Kılıç, İmamlığın
sorumluluğu altında olan diğer emanetlerle birlikte
sonraki haleflere devredilerek muhafaza edilmiştir.
Hz.
Osman’a hediye edilen kutsal kılıcın
emanetçiliğinin 12 İmam’lardan çıkması
ise Abbasilerin başkentini Şam’dan Bağdat’a
taşıması üzerine gerçekleşmiştir.
İslam Dünyası, 750 yılında Kanlı bir
devrime sahne olmuştu. Hz. Ali’nin ölümünden
sonra Arap Dünyasının liderliğini Muaviye ve
ardılları olan Emeviler üstlenmekteydi. 750 yılında
Hz. Muhammed’in (s.a.v.) amcası Abbas’ın
soyundan gelen Abbasiler, Emevilerin halifeliğini yıkarak
Arap Dünyasının yönetimini ele geçirip
Abbasiler dönemini başlattılar. Bu devrim, Altın
Silsilenin 5. Halkası, 12 İmam’ın 6. olan
İmam Cafer Sadık döneminde gerçekleşti.
Abbasiler, 819 yılında, Stratejik nedenlerden ötürü
Başkenti Şam’dan taşıyıp yeni başkent
olarak Irak’ın Bağdat şehrini başkent
yaptılar. Bu dönemde Abbasiler ve İmamlık
makamının yapısında ciddi ve önemli
değişiklikler meydana geldi. Bu sebepten ötürü,
haleften halefe nakledilen emanetler el değiştirerek 12
İmam Silsilesinin dışına çıkmış,
Kılıcın 12 İmam silsilesindeki son emanetçi
8. İmam Ali erRıza olmuştur. Ali erRıza’dan
sonra Hz. Osman’ın kılıcına imamlar değil,
Altın Silsile olarak bilinen Sufilik silsilesi koruyup nesilden
nesile emanet başladılar.
8. Büyük İmam
olan Ali erRıza, Abbasilerin başkentinin Şam’dan
Bağdat’a taşındığı dönemde,
kendisine emanet olarak nakledilen Hz. Osman’ın kılıcını,
talebesi olan, büyük din alimi Beyazıd-i Bistami
hazretlerine emanet etmiştir. Beyazıd-i Bistami, 12 İmamdan
biri değildir. İran’ın Bistam şehrinde
doğan Bistami, Ali erRıza’nın rahlei tedrisatına
tabi olma arzusu ile yanına gelmiş, Ali erRıza da
kendisini talebeliğe kabul ederek hocalık yapmıştır
(860 – 870). Ali erRıza, büyük bir din alimi
olan ve Sufilikte Fena F’illah mertebesine erişen
Bistami’ye itikadi halefi olarak kıymet vermiş ve
kendisine kadar Büyük İmamlar silsilesiyle ulaşan
Hz. Osman’ın kılıcını muhafaza etmesi
için kendisine emanet etmiştir.
Hz. Osman’ın
kılıcı, artık Altın Silsile olarak bilinen
Sufilik silsilesinin halkalarıyla nesilden nesile emanet
edilecektir. Bistami’den sonra Altın Silsilenin devamı
olan halefi Hasan Karakani, sonrasında onun halefi Kasım
Gürgani’ye emanet yoluyla ulaşmıştır.
Sufi Silsilesi, Kasım Gürgani’nin halefi olan Hace
Abdullah el Ensari döneminde ilk kez Horasan’a ulaşmıştır.
Zira Abdullah el Ensari, İran Horasanında yaşamaktaydı.
Abdullah el Ensari’den sonra, Altın Silsile Türk
Dünyasına yaklaşmaya başlamıştır.
Abdullah el Ensari’den sonraki emanetçi ise İmamı
Gazali ve Yusuf Hamedani gibi büyük din alimlerinin hocası
selefi olan Ebu Ali Fermani’dir. Ali Fermani’de kendisine
emanet edilen Hz. Osman’ın kılıcını,
yine Altın Silsile’nin bir halkası olan halefi Yusuf
Hamedani’ye emanet etmiştir. Yusuf Hamedani’nin Türk
Tarihinin siyasi ve itikadi geçmişinde yeri çok
büyüktür. Zira Yusuf Hamedani’den itibaren Altın
Silsile, Türk Dünyası içerisinde devam
etmiştir. Hamedani döneminde giderek güçlenen
ve İç Asya’nın en güçlü
devleti haline gelen Selçuklu Devleti henüz vücut
bulmaktaydı. Büyük Selçuklu Devletinin ilk
sultanlarından olan Sultan Sencer, Irak, İran, Horasan ve
Maveraünnehir coğrafyası üzerinde hakimiyetini
genişlettiği dönemlerde Yusuf Hamedani, bu bölgenin
itibar gören büyük bir evliyası durumundaydı.
Zira Selçuklu Sultanı Sencer, Yusuf Hamedani’ye
büyük saygı göstermekte, onu sıkça
ziyaret edip duasını almaktaydı.
Bu tarihten
sonra karşımıza çok tanıdık isimler
çıkmaktadır. Zira Yusuf Hamedani’nin halefi,
Türk Dünyasının en büyük din âlimi
kabul edilen Ahmet Yesevi’dir. Ahmet Yesevi, 1093 yılında,
Kazakistan’ın Çimkent şehrinde doğmuş
ve tedrisatını büyük din âlimlerinin
yanında tamamlamıştı. İtikat ilminin o
dönemdeki en yüksek mertebesi Buhara idi. Buhara, büyük
din âlimlerine talebe olmak isteyen âlimlerin itikat ilmi
için ulaşabilecekleri son mertebeydi. Ahmet Yesevi de,
uzun yıllar süren itikadi eğitimlerinden sonra
Buhara’ya gelerek Sufiliğin Altın Silsilesinde
bulunan Yusuf Hamedani’nin talebeliğine kabul edildi ve
öğretilerine tabi oldu. Yusuf Hamedani’nin en
kıymetli haleflerinden olan Ahmet Yesevi, uzun yıllar
tasavvuf ve ilim eğitimi aldıktan sonra, Yusuf Hamedani’nin
vefatından sonra halefi sıfatıyla İmam olmuş
ve kendisine emanet edilen Hz. Osman’ın kılıcı,
hocası Yusuf Hamedani’den kendisine emanet mirası
olarak nakledilmiştir.
Özetleyecek
olursak
; Süreyci kabilesinin kılıç ustası
Ubeydullah’ın dövdüğü ve üzerine
Kayı Boyunun damgasını işleyerek ve Hz. Osman’a
hediye ettiği kılıç Hz. Osman’ın
vefatı ile de Süreycilerin reisi Osman Bin Talha tarafından
muhafaza edilmiş, Osman Bin Talha tarafından da Hz. Ali’ye
teslim edilerek 12 İmam olarak bilinen İslam’ın
büyük imamları tarafından haleften halefe
korunmuştur. Abbasiler’in başkentini Şam’dan
Bağdat’a taşıması üzerine Büyük
İmamlar İran’lı alimlerden oluşmaya
başlamış, İranlı din alimi 8. İmam Ali
erRıza, kendisine kadar emanet edilerek gelen kılıcı
talebesi olan ancak 12 İmam’dan biri olmayan İranlı
din alimi Beyazıd-i Bistami’ye emanet etmiştir.
Sufilik akımının Altın Silsilesinden olan
Beyazıd-i Bistami’den sonra bu emanet Sufilik akımının
imamları tarafından korunarak haleften halefe nakledilmeye
başlanmıştır. Sırasıyla Beyazıd-i
Bistami, Hasan Karakani, Kasım Gürgani, Abdullah el Ensari,
Ebu Ali Fermani ve Ahmet Yesevi’nin hocası Yusuf
Hamedani’ye emanet edilmiştir. Ahmet Yesevi’nin
Altın Silsileden bir İmam olmasıyla hem Altın
Silsile, hem de Hz. Osman’ın kılıcı Türk
Dünyasına ulaşmıştır. Hz. Osman’ın
kılıcının emanetçisi son imam ise Ahmet
Yesevi’nin talebesi olan Şeyh Edebali olmuştur.
Bilindiği gibi Şeyh Edebali, Ahmet Yesevi’nin
yetiştirip Batı Türk dünyasına gönderdiği
büyük din âlimlerinden birisidir. Şeyh Edebali,
aynı zamanda Osmanlı Devletinin kurucusu Osman Gazi’nin
kayınbabasıdır. Şeyh Edebali, Ahmet Yesevi’den
aldığı tasavvuf, tefsir ve İslam hukuku eğitimi
ile Ahmet Yesevi tarafından Anadolu’ya gönderilmişti.
Bu vazife ile Eskişehir’in İtburnu adlı köyünde
yaşamakta ve Bilecik’te kurduğu dergâhta
talebeler yetiştirmekteydi. Bu tarihlerde henüz bir beylik
olan Osmanlı, Ataman (Osman) Bey tarafından idare
edilmekteydi. Ataman Bey, Şeyh Edebali’nin Bilecik’teki
dergâhını sık sık ziyaret etmiş ve
Şeyh Edebali tarafından misafir edilmiştir.
Tarih
kaynaklarında belirtilen meşhur rivayete göre ; Ataman
bey, Şeyh Edebali’nin dergahında misafir olduğu
bir gece mühim bir rüya görür. Rüyasında
Şeyh Edebali’nin göğsünden bir nur çıkıp
kendi göğsüne girdiğini ve göğsünden
büyük bir ağaç yetişip dallarının
âlemi kapladığını, altından nehirler
akıp insanların bu sulardan geçtiğini görür.
O günün sabahında rüyasını Şeyh
Edebali’ye anlattığında, kendisi rüyayı
şöyle tabir eder ; “Babandan
sonra bey olacaksın. Kızım Mal Hatunla evleneceksin.
Benden çıkıp sana gelen nur budur. Sizin soyunuzdan
nice padişahlar gelecek ve nice devletleri bir çatı
altında toplayacaklar. Allah nice insanın İslam’a
kavuşmasına senin soyunu vesile edecektir. “
Görülmektedir
ki, Şeyh Edebali, Ataman (Osman) Bey’in İslam’ın
sancaktarı olacağını, Allah’ın lûtfu
ile nice memleketlere hükmedeceğini tabir etmiş ve
kızı ile evlenmesini tavsiye ederek kendisine fevkalade
itibar etmiştir. Bu itibar ile kendisine kadar emanet olarak
ulaştırılan Hz. Osman’ın kılıcını,
damadı Ataman Bey’e emanet ederek emanetçi unvanı
olarak da kendisine Osman ismini vermiştir.
Bilindiğinin
aksine Osmanlı Devletinin ilk padişahı olan Osman
Bey’in esas ismi Osman değildir. Zira dedesi, babası
ve oğlu Türkçe isimler kullanmışlardır.
Dedesinin ismi Alpoğlu, Babasının ismi Ertuğrul,
oğlunun ismi Orhan’dır. Bu bakımdan kendisinin
isminin Arapça bir isim olması doğal değildir.
Bunun yanında Osmanlı Devletinin dünya tarihindeki
unvanı Ottoman’dır. Etimolojik olarak baktığımızda
bu ifade İngilizler tarafından oluşturulmuş bir
ifadedir. İngiliz dilinin kritiklerine baktığımızda
Osman isminin telaffuzu “ASMEN”
olmalıdır. İngiliz dilinde A, kelimenin başında
ise A, ortasında ise sesli uyumuna göre E yada İ
olarak okunur. Bu ifade, Osman Bey’in esas ismi olan ATTAMAN
ifadesinden türemiştir. İngiliz lisanında A,
kelimenin başında ise O, kelimenin ortalarında ise
sesli harf uyumuna binaen A ya da E olarak okunur. Bu bakımdan
ATTAMAN, ismi, OTTAMAN-OTTOMAN şeklinde ifade edilmiş ve
Dünya Tarihine kaydedilmiştir. Yani Ataman Bey, kayınpederi
Şeyh Edebali’den sadece Hz. Osman’ın kılıcını
değil ismini de emanet olarak almış, emanet edilen
Kılıcı kutsal emanetlerle birlikte muhafaza edilmiş,
ismi ise Devlet Unvanı olarak Dünya ve İslam Tarihine
nakşedilmiştir.
Görülmektedir ki ; Kadim
Türk Boylarından biri olan Kayı Boyu, İslam ile
şereflenen ilk Türk’ler olmuş, Kâbe’nin
Kayyımlığı vazifesini 1400 yıl boyunca
taşımış ve Peygamber Efendimize (s.a.v.) Kabe’nin
kapılarını açmış, Hz. Osman’a
üzerine Kayı Boyunun damgasını vurduğu
kılıcı hediye etmiş, bu kılıç 12
İmam ve Altın Silsile yoluyla Şeyh Edebali’ye,
ondan da yine Kayı Boyu’nun hükmettiği Osmanlı
Devletine ve devletin kurucusu Osman Bey’e ismini nakşetmiştir.
Kaynak : www.turktarihim.com