Aşağıda, Altay Türkleri'ne ait iki
yaratılış
efsanesi verilmiştir. Bu iki efsane temel olarak birbirlerine
benzerler; ama ayrıldıkları noktalar da vardır; aralarındaki farkları,
okuyunca anlayacaksınız. İlk efsane W. Radloff tarafından saptanmıştır;
ikinci efsane ise V. Verbitskiy tarafından saptanmış olup ilk efsaneden
daha değişik bir söyleyişe sahiptir. İki efsanede de tek bir
yaratıcı Tanrı vardır. Birinci efsanede Tanrı; Kayra Kan, Kuday ve
Kurbustan adlarını taşırken, ikinci efsanede Ülgen, Bay-Ülgen
adlarına sahiptir. İki efsane de dış etki (Çin ve İran) taşırlar. Bu yaratılış efsanelerinde İran
mitolojisinin ile
Mani dininin etkisinin olduğu görülmektedir. İkili
düşünce ilkesi (dualizm) İran mitolojisinin en önemli
özelliğidir. İran mitolojisinde Hürmüz, iyilik ilahıdır
ve gökte oturur; Ehrimen ise yeraltında karanlıkların ilahıdır.
Aynı durum Altay Türkleri'nin yaratılış destanlarında da vardır.
Altay yaratılış destanlarında da Tanrı Kuday gökte oturur, Şeytan
Erlik ise yer altında. Ama Erlik, Tanrı değildir; yalnızca
güçlü bir körmös'tür (şeytan).
Türk Tanrı düşüncesi, İran mitolojisindeki ikili ilah
sistemini tek ilahlı sisteme çevirmiştir. İran mitolojisinde Hürmüz,
birçok
yaratık yaratır ve Ehrimen de bunların bir bölümünü
kendisine vermesini ister; ama olumsuz yanıt alır. Aynı durum Altay
yaratılış efsanesinde de söz konusudur. Tanrı Kuday (Ülgen)
da birçok yaratık yaratır ve Erlik bunların bir kısmını kendine
ister ama Tanrı bunu reddeder. Altay yaratılış destanlarında, herşeye
gücü yeten ve günümüzdeki Tanrı inancının
aynısı olan bir inanış yoktur. Altay yaratılış destanlarında Tanrı'ya
yaratma eyleminde kimi varlıklar yardım eder (mesela Ak Ene ve Kişi
yani Erlik). Bu yüzden bu efsanelerde her şeye kaadir bir Tanrı
imajı yerine, yaratma eyleminde çeşitli varlık ve nesnelere
başvuran bir ilah portresi çizilmiştir. Verbitskiy'in saptamış olduğu yaratılış
efsanesinde
(aşağıdaki ikinci efsane) balığın dünya ile ilgili simgeselliğine
yer verilmiştir. Bu efsaneye göre dünyanın altındaki
üç balığın, dünyanın dengesini sağlamada rolü
vardır. Burada balığa kutsallık verilmiş ve dünyanın dengede
durmasının simgesi olmuştur. Bu özellik eski Hint mitolojisinde de
vardır. Balığın burada kullanılması aynı zamanda onun insanın
yaratılışının, yaşamın yeniden doğuşunun, bolluk ve bereketin simgesi
olmasından ileri gelmiştir. Kimi araştırmacılar göre Kırım
Türkleri de benzer biçimde, dünya okyanusunda
büyük bir balık bulunduğunu ve balığın üzerinde
boynuzlarıyla dünyayı taşıyan bir boğa olduğunu ileri
sürerlerdi. Altay yaratılış efsanelerinin bazı
kahramanları
yabancı adlar taşırlar; mesela Mangdaşire, Şal-Yime, May-Tere vb. Bu
efsanelerin bazı motifleri de Eski Türk kültüründe
bulunmamaktadır. Mesela Tanrı'nın gökte oturması, yaratma
eyleminde nesne ve kişilere başvurması, Ak-Ana, Tanrı'nın insanlarla
doğrudan konuşması ...gibi. Altay yaratılış efsanelerinde, Türk
destanlarındaki güçlü yapı ve görkem de yoktur.
Ergenekon Destanı ile karşılaştırılmaları bile bunu kolayca gözler
önüne serer. Aşağıda iki yaratılış efsanesi de yer
almaktadır. Yeriding
Pütkeni (Yerin Yaratılışı) Herşeyden önce su vardı. Yer, ay,
gök,
güneş yoktu. Tanrı (Kuday) ile Kişi vardı. İkisi de birer kara kaz
gibi su üzerinde uçuyorlardı. Tanrı bir şey
düşünmüyordu. Kişi, yel
çıkarıp suyu dalgalandırdı; Tanrı'nın yüzüne su
sıçrattı. Bunu yapınca da kendisinin Tanrı'dan
güçlü olduğunu sandı; daha yüksekte uçmak
istedi. Ama uçamadı; suya düşüp dibe battı. Boğulmak
üzereydi. "Bana yardım et!" diye bağırıp Tanrı'dan yardım istedi. Tanrı "Yukarı çık!" dedi, o da
sudan
çıkıverdi. Sonra Tanrı, "Sağlam bir taş olsun!" dedi. Suyun
dibinden bir taş yükseldi. Tanrı ile Kişi, taşın üzerine
oturdular. Tanrı, Kişi'ye "Suya dal, suyun dibinden toprak
çıkar!" diye buyruk verdi. Kişi, Tanrı'nın buyruğunu yerine
getirdi. Suyun dibinden çıkardığı toprağı Tanrı'ya
götürdü. Tanrı, Kişi'nin getirdiği toprağı suyun
üzerine
serperken "Yer olsun !" diye buyurdu. Buyruk yerine geldi,
yeryüzü yaratıldı. Tanrı, yine Kişi'ye "Suya dal, suyun
dibindeki topraktan çıkar !" diye buyruk verdi. Kişi, suya
daldığında, bu kez kendim için de toprak alayım diye
düşündü. İki avucuna da toprak doldurdu; bir
avucundakini Tanrı'dan gizlemek için ağzına attı. Dileği,
Tanrı'dan gizli kendine göre bir yer yaratmaktı. Avucundaki
toprağı getirip Tanrı'ya uzattı. Tanrı, toprağı suyun üzerine
serpip genişlemesini buyurdu. O'nun suya serptiği toprak gibi, Kişi'nin
ağzındaki toprak da büyüyüp genişlemeğe başladı. Kişi
korktu; soluğu kesildi, öleyazdı. Kaçmağa başladı. Ancak,
nereye kaçsa yanı başında Tanrı'yı buluyordu. O'ndan
kaçamıyordu. Çaresiz kaldı, Tanrı'ya yalvarmağa başladı:
"Tanrı! Gerçek Tanrı! Bana yardım et". Tanrı, Kişi'ye "Ağzındaki toprağı ne
için
sakladın" dedi. Kişi, "Kendime yer yaratmak için saklamıştım"
diye yanıt verdi. Tanrı da, "Öyleyse at ağzından ve kurtul" dedi.
Kişi'nin ağzındaki toprak yere dökülürken
küçük tepeler oluştu. Tanrı, "Artık sen günahlı
oldun" dedi, "Bana karşı geldin. Kötülük
düşündün. Bundan sonra sana uyanlar, senin gibi
kötülük düşünenler senin gibi kötü
kişi olacak; bana uyanlar ise iyi ve pak kişiler olacak, güneş ve
aydınlık yüzü görecek. Ben, gerçek Kurbustan
adını almışımdır; bundan sonra senin adın da Erlik olsun.
Günahlarını benden saklayanlar senin adamın olsun,
günahlarını senden saklayanlar benim adamım olsun". Yeryüzünde, dalsız budaksız
bir
ağaç yeşerdi. Tanrı, bu dalsız budaksız ağaçtan
hoşlanmadı. "Dalları, yaprakları olmayan ağaca bakmak güzel değil.
Bu ağacın dokuz dalı olsun!" dedi. Dalsız budaksız ağaç birden
dokuz dallı oldu. Tanrı, "Dokuz dalın herbirinin kökünden,
birerden dokuz kişi türesin; bunlar dokuz ulus olsun!" dedi. Erlik, bunlar olurken büyük
bir
gürültü duydu. Nedir acaba diye düşündü.
Tanrı'ya gürültünün nedenini sordu. Tanrı, "Ben bir
kaganım, sen de kendince bir kagansın. İşittiğin
gürültüyü yapanlar benim ulusumdur!" dedi. Erlik,
Tanrı'dan bu ulusu kendisine vermesini istedi. Tanrı, "Olmaz!" diye
karşıladı; "Sen git kendi işine bak!". Erlik'in canı sıkıldı. Hele bir gidip şu
insanları
göreyim diyerek kalabalığın yanına vardı. Orada insanlardan başka
yaban hayvanları, kuşlar ve daha nice yaratıklar vardı. Erlik, Tanrı
bunları nasıl yarattı acaba, bunlar ne yer, ne içerler diye
düşündü. O düşüne dursun, insanlar ağacın
yemişlerinden yemeğe başlamışlardı. Erlik baktı ki, insanlar ağacın
yalnızca bir yanındaki yemişleri yiyorlar, öte yandakilere
ellerini sürmüyorlar. İnsanlara bunun nedenini sordu.
İnsanlar, şu yanıtı verdiler: "Tanrı bize şu yandaki dört dalın
yemişini yemeği yasakladı. Biz yalnızca Tanrı'nın izin verdiği, ağacın
gündoğusundaki yemişlerden yiyoruz. Şu gördüğün
yılan ile köpek, yasak yandaki yemişleri yemememiz için
bekçilik ediyor. Bundan sonra Tanrı göğe çıktı. Beş
dalın yemişi de bizim aşımız oldu" Bu yanıt, Erlik'i sevindirdi. Erlik
Körmös, insanlardan Törüngey denilen erkeğe
yaklaştı. Ona "Tanrı size yalan söylemiş. Asıl, yasakladığı
yemişlerden yemeniz gerekir. Onlar daha tatlıdır. Bir deneyin;
göreceksiniz" dedi. Erlik, uyumakta olan yılanın ağzına girdi;
ağaca çıkmasını söyledi. Yılan, ağaca çıkıp yasak
yemişlerden yedi. Doğanay'ın karısı Eje, yanlarına geldi. Erlik,
Törüngey ile Eje'ye de yasak yemişlerden yemelerini
söyledi. Törüngey, Tanrı'nın sözünü
tutarak yasak yemişlerden yemedi. Karısı Eje dayanamadı, yedi. Yemiş
çok tatlı idi. Alıp kocasının ağzına sürdü.
Törüngey ile Eje'nin tüyleri birden
döküldü. Utandılar. Kaçıp, herbiri bir ağacın
ardına saklandılar. Derken Tanrı geldi. Bütün
ulus,
kaçışıp bir köşeye gizlendi. Tanrı, "Törüngey!
Törüngey! Eje! Eje! Neredesiniz" diye haykırdı.
Törüngey ile Eje "Ağaçların arkasındayız" dediler,
"Karşına çıkamıyoruz, utanıyoruz". Sonra, olanları bir bir
anlattılar. Tanrı, bildiği şeyleri duymanın öfkesi içinde
herbirine ayrı cezalar verdi. "Şimdi sen de Körmös'ten
(Şeytan'dan) bir parça oldun" diyerek yılana verdi ilk cezayı.
"İnsanlar sana düşman olsun; seni görünce vurup, ezip
öldürsünler!" dedi. Eje'ye döndü, "Sen,
Körmös'ün sözüne uydun. Yasak yemişi yedin.
Cezanı çekeceksin. Çocuk doğuracaksın. Doğururken de acı
çekeceksin. Sonunda öleceksin, ölümü
tadacaksın". Törüngey'e de şöyle diyerek cezasını verdi:
"Körmös'ün aşını yedin. Benim sözümü
dinlemedin, Körmös Erlik'in sözüne uydun. Onun
adamları onun dünyasında yaşar, karanlıklar dünyasında
bulunur. Benim ışığımdan yoksun kalır. Körmös bana
düşman oldu; sen de ona düşman olacaksın. Benim
sözümü dinleseydin, benim gibi olacaktın. Dinlemediğin
için dokuz oğlun, dokuz da kızın olacak. Bundan sonra ben, insan
yaratmayacağım. Artık, insanlar senden türeyecek." Tanrı, Erlik'e de kızdı. "Benim
adamlarımı
niçin aldattın ?" diye sordu öfkeyle. Erlik "Ben istedim,
sen vermedin" dedi, "Ben de senden çaldım. Artık, hep
çalacağım. Atla kaçarlar ise düşürüp
çalacağım. İçip içip esrirler (sarhoş olurlar) ise
birbirlerine düşürüp döğüştüreceğim. Suya
girseler, ağaçlara çıksalar bile yine çalacağım".
Tanrı da, "Öyleyse; dokuz kat yerin altında ayı, güneşi
olmayan karanlık bir dünya vardır. Seni oraya atıyorum" diyerek
Erlik'i cezalandırdı. Her şey bitince, bütün insanlara birden
şöyle dedi: "Bundan sonra kendi yemeğinizi kendiniz kazanacak,
gücünüzle elde edeceksiniz; benim yemeğimden yemek yok.
Artık, yüz yüze gelip sizinle konuşmayacağım. Bundan sonra
size May-Tere'yi göndereceğim". May-Tere, insanlara birçok
şey
öğretti.
Arabayı da May-Tere yaptı. Ot köklerini, yenilebilecek otları
insanlara öğretti. Erlik, May-Tere'ye yalvardı: "Ey Gök Oğul,
bana yardım et. Tanrı'dan izin dile. Yanına çıkmak istediğimi
söyle. Yardım et bana". May-Tere, Erlik'in dileğini Tanrı'ya
iletti. Tanrı aldırış etmedi. May-Tere, altmış yıl yalvardı. Sonunda
Tanrı, Erlik'e haber gönderdi: "Düşmanlıktan
vazgeçersen, insanlara kötülük etmezsen sana izin
veririm, yanıma gelirsin!" Erlik, söz verdi. Tanrı'nın katına
çıktı. Baş eğdi. "Beni kutsa. Bana izin ver, ben de kendime
gökler yapayım" diye yalvardı. Tanrı, izin verdi. Erlik, kendisi
için gökler yaptı. Adamlarını topladı, yaptığı göklere
yerleştirdi; kendisi de başlarına geçti. Çok kalabalık
oldular. Tanrı'nın en sevgili kullarından olan Mangdaşire, bu duruma
çok üzüldü. Üzüntü içinde
düşündü: "Bizim öz kişilerimiz yeryüzünde
sıkıntı çekip yoruluyor. Erlik'in adamları ise, göklerde
keyfedip duruyor." Mangdaşire, bu üzüntü içinde
Erlik'e savaş açtı. Erlik, daha güçlü
çıktı. Ateş ile vurup Mangdaşire'yi kaçırdı. Mangdaşire,
Tanrı'nın katına çıktı. Tanrı, "Nereden geliyorsun?" dedi.
Mangdaşire, "Erlik'in adamlarının gökte oturması, bizim
adamlarımızın ise yeryüzünde binbir güçlük
içinde yaşamaları ağırıma gitti. Erlik'in yandaşlarını yere
indirmek, göklerini başına yıkmak için Erlik'le savaştım.
Gücüm yetmedi, o beni kaçırdı" diye yanıt verdi.
Tanrı, üzülmemesini söyledi. "Erlik'e benden başka
kimsenin gücü yetmez" dedi, "Erlik'in gücü senden
çoktur. Ama gün gelecek, senin gücün Erlik'in
gücünden üstün olacak". Mangdaşire'nin yüreği
serinledi, rahat rahat uyudu. Gün geldi, Mangdaşire
güçleneceğini
anladı. O gün Tanrı, Mangdaşire'yi yanına çağırdı. "Var
git. Güçlendin artık. Erlik'in göklerini başına
yıkacak güce kavuşturdum seni. Dileğine ereceksin" dedi, "Sana,
kendi gücümden güç verdim". Mangdaşire şaşırdı:
"Yayım yok, okum yok. Kargım yok, kılıcım yok. Kupkuru bir bileğim var.
Yalnız bilek gücüyle Erlik'i nasıl yok edebilirim?". Tanrı,
Mangdaşire'ye bir kargı verdi. Mangdaşire, kargıyı alıp Erlik'in
göklerine gitti. Erlik'i yendi, kaçırdı; göklerini
kırdı geçirdi. Erlik'in gökleri parça parça
oldu, yeryüzüne döküldü. O güne değin
dümdüz olan yeryüzü, o günden sonra
kayalıklarla, sivri dağlarla doldu. Görklü Tanrı'nın
özene bezene yarattığı güzelim yeryüzü eğri
büğrü oldu. Erlik'in bütün yandaşları yere
döküldü; suya düşenler boğuldu, ağaca
çarpanlar sakatlanıp can verdi, sivri kayaların üstüne
düşenler öldü, hayvanlara çarpanlar hayvanların
ayakları altında kaldılar. Yardımcı ruhlarına döndü:
"Şal-Yime; sen,
rakı içip aklını yitirenleri, körpe çocukları,
tayları, buzağıları koru. Onlara kötülük gelmesin.
Sağlığında iyilik yapmış olanların ruhlarını yanına al; kendini
öldürenlerinkini alma. Zenginlerin malına göz dikenleri,
hırsızları, başkalarına kötülük edenleri de alma. Benim
için, bir de kaganları için savaşıp ölenlerin
ruhlarını da yanına al, benim yanıma getir. İnsanlar ! Size yardım ettim.
Kötü ruhları
(körmösler) sizden uzaklaştırdım. Körmösler size
yaklaşırsa, onlara yiyecek verin, ama onların yiyeceklerinden yemeyin;
yerseniz, onlardan olursunuz. Benim adımı söylerseniz korumam
altında olcakasınız. Şimdi ben aranızdan ayrılıyorum, ama yine
geleceğim. Beni unutmayın, geri gelmez sanmayın. Geri
döndüğümde iyiliklerinizin,
kötülüklerinizin hesabını göreceğim. Şimdilik benim
yerimde Yapkara, Mangdaşire ve Şal-Yime kalacaklar; size yardımcı
olacaklar. Yapkara! Gözlerini dört
aç. Erlik
senin elinden ölenlerin canlarını çalmak isterse,
Mangdaşire'ye söyle; o güçlüdür. Şal-Yime! Sen de iyi dinle. Albıs,
Şulbus
yeraltındaki karanlıklar ülkesinden çıkmasınlar.
Çıkarlarsa, hemen May-Tere'ye bildir. Ona güç
verdim. O, kötü ruhları koğar. Podo-Sünku, Ay'ı ve Güneş'i
bekleyecek.
Mangdaşire, yeryüzünü ve gökyüzünü
koruyacak. May-Tere, kötüleri iyilerden uzaklaştıracak. Mangdaşire, sen de kötü
ruhlarla savaş.
Güç gelirse benim adımı çağır. İnsanlara iyi
şeyleri, iyi işleri öğret. Oltayla balık avlamayı, tiyin (sincap)
vurmayı, hayvan beslemeyi öğret". Sonra, Tanrı uzaklaştı. Mangdaşire,
Tanrı'nın
sözlerini yerine getirdi. Olta yaptı, balık avladı. Barutu buldu,
sincap vurdu. Gün geldi, Mangdaşire kendi kendine mırıldandı:
"Bugün beni yel uçuracak, alıp götürecek". Bir
yel geldi, Mangdaşire'yi uçurup götürdü. Bunun
üzerine Yapkara insanlara "Mangdaşire'yi Tanrı yanına aldı. Artık,
onu bulamazsınız. Gün gelecek, beni de yanına çağıracak.
Nereye isterse oraya gideceğim. Öğrendiklerinizi unutmayın.
Tanrı'nın yargısı budur" dedi. İnsanları kendi haline bırakıp o da
gitti. İkinci
Yaratılış Destanı
Gök
yoktu, yer yoktu. Yalnızca, sonu olmayan bir deniz vardı. Tanrı
Ülgen (Aakay, Kurbustan), bu denizin üzerinde
uçuyordu. Konacak sert bir yer arıyordu, bulamıyordu. Böyle
uçarken gönlüne doğdu. Bir ses "Önündeki
nesneyi yakala" diye fısıldadı. Ülgen, bu fısıltıyı yineledi.
Ellerini öne doğru uzattı. O sırada su yüzüne bir taş
çıkmıştı. Ülgen, taşı yakaladı, üzerine kondu. Taşın
üstünde ne yapacağını düşündü. Uçsuz
bucaksız suyun içinden Ak Ene (Ak Ana), süzülüp
Ülgen'in karşısına çıktı ve "Yarat" dedi; üç
kez yineledi. Ülgen "Nasıl?" diye sordu. Ak Ene "Yaptım oldu de,
yaptım olmadı deme" dedi. Sonra, Ak Ene kayboldu. Bir daha da
görünmedi. Ülgen, insanlara şu buyruğu verdi. "Var olana
yok demeyin; vara yok diyen de yok olur!". Ülgen, "Yer yaratılsın!" dedi; yer
yaratıldı.
"Gökler yaratılsın!" diye buyurdu; gökler yaratıldı.
Böylece bütün dünyayı yarattı. Sonra,
üç büyük balık yaratıp, yeri onların üzerine
yerleştirdi. Balıklardan ikisini yerin kenarına,
üçüncüsünü ortasına temel yaptı. Ortada
bulunan balığın başı kuzey yönündedir. Bu balık başını
eğerse, kuzeyden yayık (tufan) olur. Başını daha aşağı eğerse,
yeryüzünde su basmadık bir avuç yer kalmaz. Onun
için bu balık, büyük bir zincirle bir direğe
bağlanmıştır. Onu, Mangda-Şire yönetir. Ülgen, dünyayı yaratırken ay
ve gün
ışığının dokunduğu Altın Dağ'da oturdu. Bu dağ, gök ile yer
arasında idi. Dünya'nın yaratılışı altı gün sürdü.
Yedinci gün Ülgen yatıp uyudu; sekizin gün kalktı... Bizim Ay ve Güneş'imizin
dünyasından
başka, doksan dokuz dünya daha vardır. Bunların hepsinde birer
uçmag (cennet), birer tamu (cehennem) vardır. Herbirinde
insanlar bulunur. En büyük dünya, Han Kurbustan
Tengere'dir. Bay-Ülgen, bu âlemin yönetimini
yardımcılarından olan Mangızın Matmas Burkan adlı ruha vermiştir. Bu
dünyanın yerinin adı Altın Telegey'dir. Cehennemi, Mangız
Toçiri Tamu'dur. Bu tamuyu, Matman Kara adlı bir zebani
yönetir. Doksan dokuz âlemin ortancası,
Ezre Kurbustan
Tengere'dir. Ezre Tengere'yi, Belgein Keratlu Türün Musıkay
Burkan'a verilmiştir. Yerinin adı, Altın Şarka'dır. Cehennemi,
Tüpken Kara Tamu'dur. Bu cehennemi Matman Karakçı
yönetir. Kişioğullarının bulunduğu bizim
dünyamız, en
küçük dünyadır. Adına, Kara Tengere Dünyası
denilir. Bu dünyayı, May-Tere yönetir. Cehenneminin adı, Kara
Teş'tir. Bu cehennemi, Kerey Han yönetir. Bizim dünyamızın
üzerinde otuz üç kat gök vardır. Bay-Ülgen, birgün denize
bakarken, suyun
üstünde bir toprak parçasının
yüzdüğünü gördü. Toprağın üzeri,
insan gövdesine benzeyen bir kil tabakası ile kaplıydı.
Ülgen, "Bu cansız toprak, kişi olsun!" diye buyurdu. Toprak, kişi
oldu. Ülgen, ona Erlik adını verdi; olduğu yere bıraktı. Erlik,
giderek Ülgen'i buldu. Ülgen de onu yanına aldı; kendisine
küçük kardeş yaptı. Bir zaman sonra Erlik,
Ülgen'i kıskandı. Ondan daha güçlü olmak istedi.
Ülgen'e imrendi, "Ben de onun gibi olmalıyım" diye
düşündü. Düşüne düşüne Ülgen'e
düşman oldu. Ülgen bunun yerine, Mangdaşire'yi yarattı. Sonra
da, bizim dünyamızda yedi kişi yarattı. Bunların kemikleri
kamıştan, etleri topraktan oldu. Kulaklarına üfledi, can verdi.
burunlarına üfledi, akıl verdi. En sonra da, yine bir kişi yarattı
ve May-Tere adını verdi. Ona "Bu insanları sen yönet" diye buyurur.
Yaratılış Destanı
Orta Asya'da yaşayan Türk toplulukları arasında
dünya ve insanın yaratılışı hakkında birçok efsane
saptanmıştır. Bu efsaneler yakın çağlarda derlendikleri
için İslamlık, Hıristiyanlık, Budizm, Maniheizm gibi dinlerden
etkiler taşımaktadırlar. Ancak bunlar genel yapısıyla erken dönem
Türk mitolojisinin izlerinin görüldüğü
önemli ürünlerdir.
Bu olanlardan sonra Tanrı, insanlara "Ben size mal
verdim, aş verdim. Yeryüzünde iyi, güzel, pak olan ne
varsa verdim. Yardımcınız oldum. Siz de iyilik yapın. Ben,
göklerime çekileceğim, tez dönmeyeceğim" dedi.