Göç
Destanı'nın Çin ve İran kaynaklarındaki kayıtlara göre iki
ayrı söyleniş biçimi
vardır. Bu iki ayrı söyleyiş biçimi birbirine ters
düşer nitelikte değil
birbirini bütünler niteliktedir. İran kaynaklarındaki
söyleyiş biçimi, tarihsel
bilgilere daha yakındır. Ayrıca İran söyleyişi, Uygurlar'ın
maniheizm dinini
benimseyişlerini anlatan bir menkıbe niteliğindedir. İran
söyleyişi Cüveynî'nin
Tarih-i Cihangüşa adlı eserinde yer almaktadır. Destanda
adı geçen Bögü Kağan, MS 8. yüzyılda yaşamış bir
Uygur kaganıdır. 763 yılında
Bögü Kağan, Mani (Maniheizm) dininin rahiplerini
çağırıp onları dinlemiş ve bu
dini Uygur Devleti'nin resmi dini olarak kabul etmiştir. Aşağıdaki
efsanenin
kahramanı olan Bögü Kağan, Mani dinini benimseyip yayan bu
kagandır. Bögü Kağan'ın Mani dinini kabul etmesi, Göç Destanı'nın İran
kaynaklarına göre olan
varyantında anlatılmaktadır. Bu bağlamda efsanenin gerek konu, gerekse
dayandığı inançlar bakımından Mani dininin ilkelerine dayanması
gerekirdi.
Ancak durum tam olarak böyle değildir. Göç Destanı'nda
Bozkır Kültürü ağır
basmış ve efsanenin ana motifleri Orta Asya ögeleri ile donanarak
Eski Türk
inançları Maniheizm ve Budizm inançlarını adeta efsanenin
dışına itmiştir. Türk
destanlarının kuruluşunu ve gelişmesini hazırlayan cihan devleti olma
ülküsünün
Göç Destanı'nda kutsal bir inançla yaşatıldığı
görülür. Oğuz Kağan, Alp Er
Tonga (Afrasyab) ve Ergenekon destanlarında görülen bu
ülkünün Göç Destanı'na
da işlenmesiyle, Türk destanlarının yapı bakımından belirgin bir
bütünlük
kazandığı görülür. Türk destanlarının ayrı adlarla
farklı zamanlarda kurulmuş
gibi görünmelerine karşın, destanların oluşumunda aynı
boyların etkili oluşu
destanların aynı kaynakta birleştiklerini kanıtlar. Çin
ve İran kaynaklarınca bir çok kez sözü edilen
Göç Destanı ile ilgili en önemli
kaynaklardan biri İranlı tarihçi Cüveynî tarafından
yazılmış olan "Tarih-i
Cihangüşa" adlı yapıtdır. İkinci önemli kaynak da son Uygur
hanlarından
Temür Buka (Demir Boğa) adına dikilmiş olan mezar taşı yazıtıdır.
Bu yazıtın
metni sonradan özet olarak Çin tarihlerine geçmiş ve
kimi Avrupalı yazarlar da
ikinci elden kaynaklardan bu bilgileri özet olarak aktarmışlardır. Göç
Destanı ile Oğuz Kağan Destanı Arasındaki
Benzerlikler Reşideddin'in
Oguzname'sinde (Farsça Oguz destanı) Türk boylarının nasıl
türediği
anlatılırken, Kıpçak Türkleri'nin türeyişinin bir
ağaç aracılığıyla
gerçekleştiği hikaye edilir. Oguzname, Kıpçak
Türkleri'nin ortaya çıkışını
şöyle anlatır: Oguz'un
çerilerinden birinin karısı gebe kalmış, kocası da savaşta
ölmüştü. Bu savaş
yerinde kadınların doğum yapması yasaklanmıştı. Yakınlarda içi
oyulmuş bir ağaç
vardı. Kadın o ağaca gidip çocuğunu doğurdu. Çocuğu
Oguz'un yanına getirdiler,
durumu ona anlattılar. Oguz, çocuğun adını Kıpçak koydu.
Kıpçak, kabuk
sözcüğünden çıkmıştır; Türk dilinde
içi çürümüş ve oyulmuş ağaca derler.
Türkler'in düşüncesine göre Kıpçak boyları
bunun neslinden olmuşlardır. J.P.Roux'a
göre, Reşideddin'in naklettiği Oğuz Kağan Destanı'ndaki (Oguzname)
ağaç
kovuğunda doğum yapan bu kadının çocuğuna Oğuz Kağan tarafından
Kıpçak adının
verilmesi, Bögü Kağan Efsanesi'nin yani Göç
Destanı'nın sonraki bir
varyantıdır. Göç
Destanı'nda, Oğuz Kağan Destanı'nın yapısı ve yaşam anlayışı
Bögü Kağan'ın
kişiliğinde yaşatılmıştır. Gerçek tarihte Orta Asya'nın dışına
çıkmamış olan
Uygur kaganları, Göç Destanı'nda bir dünya egemeni
olarak görülmektedir. Bögü Kağan, Oğuz Kağan gibi, bütün seferlerinden
zaferle
döner. Oğuz Kağan'ın ilahi
ışıklar içinde bulup evlendiği kıza karşılık Bögü Kağan'a yedi yıl
gelen ve
birlikte Kutlu Dağ'a gittikleri ilahi kız aynı kaynaktan gelmekte olup
Bozkır
inançlarına göre kız biçimini almış yardımcı bir
ruhtur. Oğuz Kağan
Destanı'ndaki Oğuz Kağan'ın veziri Uluğ Türk'ün
düşüne karşılık, benzer biçimde
Bögü Kağan ile veziri de bir düş görürler ve
bu iki düş de adı geçen kaganların
devletlerinin geleceğini etkiler. Yukarıda
sayılan bu benzerliklerin sonucu olarak Göç Destanı'nın
kuruluşunda Oğuz Kağan
Destanı'nın etkisi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Destanda
Asya'ya hatta
dünyaya egemen olan bir devlet portresinin çizilmesi, Oğuz Kağan ve Alp
Er
Tonga (Afrasyab) destanlarındaki geleneğin ve Türkler'in yaşam
anlayışının Göç
Destanı'na işlenmiş olmasından ileri gelmektedir. Fakat Göç
Destanı ile Oğuz Kağan Destanı arasındaki bu benzerliklere karşın Göç
Destanı, Oğuz Kağan
Destanı kadar görkemli bir destan değildir. Uygur
ülkesinde, Togla ve Selenge ırmaklarının birleştiği yerde
Kumlançu denilen bir
tepe vardır. Bu tepenin adına Hulin dağı denirdi. Hulin dağında
birbirine çok
yakın iki ağaç büyümüştü. Bu
ağaçlardan biri kayın ağacı idi. Bir gece, kayın
ağacının üzerine gökten bir mavi ışık düştü. İki
ırmak arasında yaşayan kişiler
bu ışığı gördüler, ürpererek izlediler. Kutsal bir
ışıktı bu; kayın ağacının
üzerinde aylar boyu kaldı. Kutsal ışığın kayın ağacının
üzerinde kaldığı süre
içinde ağacın gövdesi büyüdükçe
büyüdü, kabardı. Ağaçtan, çok güzel
türküler
gelmeğe başladı. Gece oldu mu, ağacın otuz adım ötesine değin
bütün çevre
ışıklar içinde kalıyordu. Bir
gün, ağacın gövdesi birdenbire yarılıverdi. İçinden
beş küçük odacık
görünümünde beş küçük çadır
çıktı. Her odacığın içinde bir çocuk vardı.
Çocukların ağızlarının üzerinde asılı birer emzik vardı;
onlar bu emziklerden
süt emiyorlardı. Işıktan doğmuş olan bu kutsal çocuklara
halk ve halkın ileri
gelenleri çok büyük saygı gösterdiler. Çocukların
en büyüğünün adı Sungur Tigin, ondan sonrakinin
Kotur Tigin, üçüncüsünün Tükel
Tigin, dördüncüsünün Or Tigin, beşinci ve en
küçüğünün adı da Bögü Tigin idi.
İnsanlar, bu beş çocuğu Tanrı'nın gönderdiğine inandılar.
İçlerinden birini
kagan yapmak istediler. Bögü Tigin ötekilerden daha
güzel, daha yiğit, daha
akıllı idi. Halk, Bögü Tigin'in hepsinden üstün
olduğunu anladı, onu kagan
seçti. Bögü Han, büyük bir törenle
tahta çıktı. Kendisinden sonra gelen otuzdan
fazla soyu da Uygurlar'ın başında kaldı. Yıllar
yılları kovaladı. Bir gün geldi, Yolun Tigin Uygurlar'a kagan
oldu. Yolun Kağan'ın Kalı Tigin adında bir oğlu vardı. Yolun Kağan,
oğlu Kalı
Tigin'e çin
konçuylarından (=prenseslerinden) Kiu-Lien'i eş olarak almayı
uygun gördü. Kalı
Tigin ile Kiu-Lien evlendiler. Evlilikten
sonra Kiu-Lien, sarayını Kara-Kurum'daki Hatun Dağı'nda kurdu. Hatun
Dağı'na
"Gök Ruhlarının Dağı" adı da verilirdi. Hatun Dağı'nın
çevresinde
daha bir çok dağ vardı. Bu dağlardan biri Tanrı Dağı idi. Tanrı
Dağı'nın
güneyinde de Kutlu Dağ bulunmaktaydı. Kutlu Dağ, koca bir kaya
parçası idi. Günlerden
bir gün Çin elçileri,
yanlarında falcılarla birlikte Kiu-Lien'in sarayına geldiler.
Çin elçileri ile
falcılar aralarında konuşup şöyle dediler. Yeni
kagan, bu isteği yerine getirdiğinde sonucun nereye varacağını
düşünemedi;
Çinliler'in isteğini kabul etti. Böylece yurdun bir
parçası olan kayayı onlara
verdi. Oysa Kutlu Dağ kutsal bir kaya idi. Türk ülkesinin
mutluluğu bu kayaya
bağlıydı; kutsal taş Türk yurdunun bölünmez
bütünlüğünü temsil ediyordu.
Tılsımlı kaya düşmana verilirse bu bütünlük
parçalanacak, Türkler'in tüm
mutluluğu yok olacaktı. Kağan bu kutsal kayayı Çinliler'e verdi.
Ama kaya,
kolay kolay sökülüp götürülecek gibi
değildi. Bunu gören Çinliler kayanın
çevresine odun kömür yığdılar, kayayı ateşe vurdular.
Kaya iyice kızınca üstüne
sirke döküp paramparça ettiler. Her bir parçayı
aldılar, ülkelerine götürdüler. İşte,
ne olduysa o zaman oldu. Türkeli'nin bütün kurdu kuşu,
bütün hayvanı dile
geldi; kendi dillerince kayanın düşmana verilmesine duydukları
acıyı
anlattılar, ağladılar. Yedi gün sonra günahı bağışlanmaz
düşüncesiz kagan öldü.
Ne var ki, kaganın ölümüyle de ülke felaketten
kurtulamadı. Bir Çin konçuyu
(=prensesi) uğruna çekinilmeden bağışlanan yurdun kayası,
Türkeli'nin
felaketine neden oldu. Halk rahat yüzü görmedi. Irmaklar
birbiri ardınca
kurudu. Göllerin suyu buğulaştı, uçup gitti. Topraklar
kurudu, ürün vermez
oldu. Yolun Kağan'dan sonra başa geçen kaganlar da arka arkaya
öldüler. Günlerden
sonra Türk tahtına Bögü Kağan'ın torunlarından biri
oturdu. O zaman yurtta
canlı-cansız, evcil-yaban, çoluk-çocuk, soluk
alan-almayan her ne varsa bir
ağızdan "Göç!... Göç!..." diye
çığrışmağa başladılar. Derinden,
iniltili, hüzün dolu, eli böğründe kalmış bir
çığrışmaydı bu. İnlemelere yürek
dayanmıyordu. Uygurlar
bu çığrışmaları bir ilahî buyruk bildiler. Toparlandılar,
yola koyuldular.
Yurtlarını, yuvalarını bırakıp bilinmedik ülkelere göç
ettiler. Uygur
ülkesinde Kara-Kurum çaylarından iki ırmak
vardır. Bunlardan birine Togla, birine de Selenge adı verilirdi. Bu
sular
akarak Kamlançu'da birleşirlerdi. Bu iki ırmağın arasında iki
ağaç vardı. Bu
ağaçların biri fusuk, biri tur ağacı idi. Bunların yaprakları,
yaz ya da kış
olsun, dökülmezdi. Bu iki ağaç, iki dağın arasında
yetişip büyümüştü. Çevrede
yaşayan bütün kavimler bu çocuklara hükümdar
oğullarıymış gibi saygı
gösterdiler. Kente dönünce, çocukların her birine
bir ad koydular. En büyüğünün
adı Sungur Tigin, ikincisinin adı Kotur Tigin,
üçüncüsünün adı Tükel Tigin,
dördüncüsünün adı Or Tigin, beşincisinin adı
da Bögü Tigin oldu. Çocukların
doğuşundaki kutsal durumu görenler, bunlardan birinin kagan
seçilmesi kararına
vardılar. Çocuklar
arasında Bögü Tigin güzelliği, boyu posu, sabrı,
iradesi, ileri görüşlülüğü
bakımından öbürlerinden önde idi. Ayrıca,
bütün milletlerin dillerini,
yazılarını biliyordu. Herkes onun kagan seçilmesi kararında
birleşti. Bögü Kağan, büyük bir törenle tahta oturdu. Bögü Kağan,
ülkeyi adaletle yönetmeğe
başladı; adamları, mâiyeti, çerileri (=askerleri), atları
gittikçe çoğalmağa
başladı. Egemenlik süresi içinde Bögü Kağan'a
üç karga yardım etti. Bu kargalar
dünyanın bütün dillerini bilmekteydiler. Nerede bir olay
olursa Bögü Kağan'a
bildirirlerdi. Bir
gece Bögü Kağan uyurken, penceresinin
önünde bir kız hayali belirdi, onu uyandırdı. Bögü Kağan ürktü, kızı
görmemiş
gibi davrandı, kendisini uykuda imiş gibi gösterdi. İkinci gece
kız yine geldi.
Bögü Kağan, yine görmüyormuş gibi yaptı, kendisini
uykuda gösterdi. Sabah oldu. Kağan, vezirine danıştı. Üçüncü gece kız
yine
geldi. Bögü Kağan, vezirinin
öğüdüne uyarak kızı alıp Ak-Dağ'a gitti. Bögü Kağan ile kız bu dağda
gün doğana
değin konuştular. Yedi yıl, altı ay, yirmi iki gün her gece kız,
Bögü Kağan'a
geldi; her gece konuştular. Ayrılacakları gece kız, Bögü Kağan'a şöyle
dedi: Ertesi
gün Bögü Kağan ordularını topladı. 300.000
çerisini Sungur Tigin'in komutasına
verdi; onu Mogol ülkelerine akına gönderdi. 100.000
çerisini Kotur Tigin'in
komutasına verdi; onu Tankut ülkesine gönderdi. Tükel
Tigin'i Tibet yönüne
gönderdi. Kendisi de 300.000 çerisi ile Hıtay'a
(=Çin'e) yöneldi. Or Tigin'i
ise kendi yerinde kagan vekili olarak bıraktı. Bögü Kağan'ın
ordularının hepsi zaferlerle
geri döndüler. Getirdikleri mallar, paralar, ganimetler
sayılamayacak kadar
çoktu. Bögü Kağan, Orkun Irmağı'nın kıyısında
Ordu-Balıg adında bir kent
kurdurdu; Ordu-Balıg'ı kendine başkent yaptı. Doğudaki bütün
ülkeler Bögü Kağan'ın buyruğu altına girdi. O
gece Bögü Kağan'ın başveziri de aynı düşü
görmüştü. Bögü Kağan uyanır uyanmaz
ordularını topladı. Batı yönüne sefere çıktı. Gide
gide Türkistan'a vardı.
Burada çayır çimenle döşenmiş, gürül
gürül akan suları olan bir yere rastladı.
Burada oturmağa karar verdi. Balasagun kentini kurdu. Bögü Kağan'ın
orduları
dört bir yana yayıldılar, bütün milletleri egemenlik
altına aldılar. Yeryüzünde
Türkler'in karşısında duracak kimse kalmadı.Türk orduları o
denli
ilerlemişlerdi ki acayip biçimli insanlara rastladılar. Bunların
elleri,
ayakları tıpkı hayvanlarınkine benziyordu. Bu yaratıkları
görünce artık bundan
sonra insanların bulunmadığını anladılar, geri döndüler. Daha
sonra Uygurlar'ın buyruğuna giren hükümdarlar birer birer
geldiler, Bögü Kağan'a bağlılıklarını ve saygılarını sundular.Bunlar
arasında Hint
hükümdarı
çok çirkindi. Bunun için Bögü Kağan, bu
hükümdarı katına kabul etmedi. Bögü Kağan yapılan törenden sonra
hükümdarlara, kendi
ülkelerine dönmelerini ve
kendi bölgelerini yönetmelerini buyurdu. Bu
hükümdarların Bögü Kağan'a ne kadar
vergi verecekleri de ayrıca bir toplantı ile karar altına alındı. Artık
yeryüzü
zapt edilmiş, Bögü Kağan'ın karşısında duracak kimse
kalmamıştı. Bögü Kağan
geri dönmeğe karar verdi, yurduna geldi. O
çağda Uygurlar'ın din adamlarına "kam" denilirdi. Kamlar cinlere
hükmederler, onlara istediklerini yaptırırlardı. Türkler ile
Mogollar kamlara
çok önem verirlerdi. Bir işe başlamak için kamlara
danışırlar, ona göre
davranırlardı. Hastalarına da kamlar bakardı. Kamların en
güçlü oldukları
zaman, iyi ve kötü ruhlarla bağ kurdukları, onlarla
konuştukları günlerdi. Bögü Kağan çağında
Uygurlar Çin kaganına elçiler
gönderdiler, kendilerine Nom
kitaplarından anlayan ve adlarına Tüvinyan denilen din adamlarını
göndermesini
istediler. Nom, Çinliler'in din kitaplarının adıydı.
Çinliler, bugün yaşayan
bir adamın bin yıl önce de yaşadığına inanırlardı.
Göç Destanı
Bugün Orkun ırmağının kıyısında bir kent kalıntısı ile bir saray yıkıntısı
vardır ki çok eskiden bu kente Ordu-Balıg denildiği sanılmaktadır.
Göç Destanı, bu
kentteki saray yıkıntısının önünde bulunan anıtlardan birinde
yazılıdır. Bu
yazıtlar, Hüseyin Namık Orkun'a göre, Mogol hanı Ögedey
döneminde Çin'den
getirilen uzmanlara okutturulup tercüme ettirilmiştir.
Çin
Kaynaklarına Göre Göç Destanı
"Türk ülkesinin tüm varlığı, bütün mutluluğu
Kutlu Dağ denilen bu kaya
parçasına bağlıdır. Türkler'i yıkmak istiyorsak bu kayayı
ellerinden
almalıyız."
"Siz bizim bir konçuyumuzla evlendiniz. Bizim de sizden bir
dileğimiz
olacak. Kutlu Dağ'ın taşları sizin saygıdeğer ülkenizce
kullanılmamaktadır.
Sizin yerinize biz bu taşları değerlendirelim."
İran Kaynaklarına
Göre Göç Destanı
Bir gün bu iki ağacın arasına gökten bir ışık indi. İki
yandaki dağlar yavaş
yavaş büyümeğe başladı. Halk şaşırmıştı. İçlerinde
büyük bir saygı duyarak
oraya yaklaştılar. Ağaçların yanına vardıklarında kulaklarına
çok tatlı ve
güzel ezgiler gelmeğe başladı. Her gece buraya bir ışık inmeğe ve
ışığın
çevresinde otuz kez şimşek çakmağa başladı. Bir gün
insanlar burada ayrı ayrı
kurulmuş beş çadır gördüler. Çadırların her
birinde bir çocuk oturuyordu. Her
çocuğun karşısında da onları doyurmağa yetecek denli süt
dolu emzikler asılı
idi. Çadırın tabanı baştan ayağa gümüş ile
döşenmişti.
Bütün boyların
beğleri ve halkı bu garip işi
görmek için kalkıp geldiler. Manzarayı görünce
saygı ile diz çöktüler, selam
verdiler. Çadırlara girdiler, çocukları alıp dışarı
çıktılar. Beslenip
büyütülmeleri için çocukları süt
analarına, dadılara verdiler. Çocuklar büyüyüp
konuşmağa başlayınca Uygurlar'a ana babalarını sordular. Uygurlar, o
iki ağacı
gösterdiler. Çocuklar ağaçları görünce,
bir çocuğun babasına gösterdiği saygıyı
gösterdiler; ağaçların karşısında diz
çöktüler, yeri öptüler. Bunun üzerine
ağaçlar dile geldi ve şöyle dedi:
"Güzel huy ve iyi özelliklerle bezenmiş çocuklar
böyle olurlar, ana
babalarına saygı gösterirler. Ömrünüz uzun, adınız
büyük, ününüz sürekli
olsun."
"Bu taşı saklarsan dünyanın dört bucağını milletinin buyruğu
altına
alırsın."