TARİHTEN SAYFALAR
[ MEKKE'NİN FETHİ ]
Tarih bazı kaynaklarda 11 Ocak 630 olarak geçmekte ve 20 Ramazan Hicri 8. yıl Perşembe'ye tekabül etmektedir.
Diyanet
takviminde 1 Ocak sayfasında Mekke'nin Fethi olarak ifade
edilmektedir.Ancak daha sonra bu yanlış düzeltilmiş olup 11 Ocak mekkenin fethi diye yazmaktadır.
http://www.diyanet.gov.tr/yayin/basiliyayin/yweboku.asp?sayfa=30&yid=1
adresindeki
siyer bilgisinde "f) Mekke'ye
Giriş (20 Ramazan 8 H./11 Ocak 630 M.)" olarak
verilmektedir.
Aşağıdaki makalede ise "Kollar Mekke'ye Girerken Takvim yaprağı, Hicretin sekizinci yılı Ramazan ayının on üçü Cuma gününü gösteriyordu. Gün henüz yeni ağarmıştı." olarak geçmektedir. Hicri-Miladi çevirim programlarında da bu Hicri tarih 4 Ocak 630 Perşembe tarihine denk gelmektedir.
Peygamber Efendimiz döneminde rü'yetin, bu tür hesaplama programlarında ise kavuşumun esas alınması sebebiyle hesaplama programları, 1 gün öncesini gösterebilmektedir. Günümüzdeki hesaplamalarda da bu yaşanmaktadır.
Doğru olan tercihin 11 Ocak olması gerekir. İlgililerine duyurulur.
MEKKE'NİN FETHİ (11 OCAK 630 Miladi)
Hicretin
8. senesi, Ramazan ayı, Cuma günü. (Milâdî,
Ocak 630.)
Mekke, yeryüzünde Tevhidin timsali ilk Mâbed
olan Kâbe'nin bulunduğu şehir. O Kâbe ki,
"...Çok mübarek ve insanların kıblesi olup
âlemlere doğru yolu gösteren Kâbe'dir."498
Mübârekiyeti ve hidayete vesile oluşu Tevhid-i
İlâhînin mücessem bir delili olmasından
ileri gelmekte. İlk bânisi, ilk insan ve ilk peygamber Hz.
Âdem (a.s.), onu bu gaye için inşa etmişti.
Zamanla bina gözden kaybolacak vaziyete gelmiş, fakat
temelleri sabit kalmıştı. Ebü'l-Enbiyâ
(Peygamberlerin Babası) lâkabıyla anılan Hz.
İbrahim, oğlu Hz. İsmail ile birlikte, bu temel
üzerine Allah'ın emir buyurmasıyla Kâbe'yi
yeniden inşâ etmişler ve Kâbe "Tevhid"
inancının yeniden mücessem bir sembolü
olmuştu.
Ancak, yeryüzünün bu en şerefli
ve en faziletli binâsı hâlâ Tevhid inancından
uzak yaşayan, hattâ bu inancı var güçleriyle
ortadan kaldırmaya, müntesiplerini yok etmeye çalışan
Kureyş müşriklerinin elinde bulunuyordu. Binâ
ediliş gayesinin tam aksine içi putlarla dolu
duruyordu.
Tevhid inancının ve bu inancın mümessili
Müslümanların can düşmanları olan
müşrikler, burada her türlü rezaleti irtikâp
ediyorlardı.
Gayretullaha dokunan, Hz. Âdem (a.s.) ile
Hz. İbrahim'in ruhaniyetlerini rencide eden, bütün
Müslümanların da kalb ve vicdanlarını
derinden sızlatan bu durumun bir an evvel ortadan kaldırılması
lâzımdı. Bu mübârek mâbedin ve bu
mâbedin içinde bulunduğu Mekke'nin bir an evvel
müşriklerin kirli ellerinden kurtarılması
gerekiyordu.
Hz. Fâhr-i Âlem Efendimiz (a.s.m.), bunu
düşünüyor, bu maksadının tahakkuku için
bir yol arıyordu.
Uzun zamanlar imkânlar ve şartlar
buna el vermemişti. Çünkü, Müslümanlar
henüz az ve zâif bir durumda bulunuyorlardı.
Müslümanların mevcut gücüyle bunu elde etmek
de oldukça zordu. Üstelik Medine'nin her an düşman
taarruzuna uğraması da muhtemeldi.
Bu gayenin bilfiil
gerçekleşmesi için İslâmın inkişaf
etmesi, Müslümanların çoğalması, güç
ve kuvvet kazanması gerekiyordu. Aksi takdirde bu yoldaki bir
teşebbüs sonuçsuz kalabilirdi.
Bir işe
teşebbüste zaman ve zemini değerlendirmeyi çok
iyi bilen Peygamber Efendimiz, bu gâyesinin tahakkuku için
Cenâb-ı Hakkın müsait şartlar ihsan
etmesini sabırla bekliyordu.
Hicretin sekizinci yılında,
İslâm, olanca haşmetiyle etrafa yayılmıştı.
Bir taraftan İslâmın en amansız düşmanlarından
biri olan Hayber ve civar Yahudileri tâbiiyet altına
alınmış, diğer taraftan en büyük bir
fetih ve zafer olan Hudeybiye Anlaşması yapılmış
ve yine bir başka taraftan o zamanın koskocaman Bizans
İmparatorluğuna Müte Harbiyle gözdağı
verilmişti.
Bütün bunlar, İslâmın
ve Müslümanların önüne geçilmesi
imkânsız büyük kuvvet halini almış
olduğunu ortaya koyuyordu.
Artık bu ulvî ve
mukaddes gayenin bilfiil tahakkuk zamanı gelmiş ve gerekli
imkânları Cenâb-ı Hak ihsan etmişti.
Ancak,
ortada bir mâni vardı. O da müşriklerle yapılmış
olan Hudeybiye Anlaşması idi. Bu anlaşmaya göre
Müslümanlarla müşrikler on sene birbirleriyle
harp etmeyecek ve anlaşmayı bozmayacaklardı.
Ahde
vefada zirve noktasında bulunan Resûl-i Kibriyâ
Efendimiz, bu kudsî gayesi için de olsa, ahdini bozup
müşrikler üzerine yürümeyi
düşünmüyordu.
Zahirî
Sebep
Kalblerimizin en ince noktasına nüfuz eden,
gönlümüzden geçen her arzuyu bilip cevap veren
Cenâb-ı Hak, Sevgili Resûlünün de
kalbinden geçen bu ulvî arzuyu biliyordu. Zaten ona bu
gayesini tahakkuk ettireceğini daha iki sene evvelinden de haber
vermiş, müjdelemişti.
Çok geçmeden,
Cenâb-ı Hak bir sebep yarattı. Hudeybiye Anlaşmasının
bir maddesi, Kureyş'in dışında kalan kabilelere
istediği tarafın himâyesine girebilme hakkını
tanıyordu.499 Bu haktan istifade ile muâhede yapıldığı
sırada Huzâa Kabilesi Hz. Resûlullahın ahd ve
emânına girerek Müslümanlar tarafında yer
almış, Benî Bekir Kabilesi ise müşriklerin
himayesini kabul ederek onların tarafını
tutmuştu.500
Bu iki kabile arasında uzun zaman devam
edip gelen bir düşmanlık, bir husumet vardı.
İhtimâl bu düşmanlık neticesidir ki,
eskiden beri Peygamberimizin dedesi Abdülmuttalip ile anlaşmalı
ve müttefik bulunan Huzâalılar Hz. Resûl-i
Ekremin safında yer alınca Benî Bekirler de
müşriklerin himâyesine girmişlerdi.
Nübüvvet
nurunun Mekke'de parlamasına kadar birbirleriyle kanlı
bıçaklı olan bu iki kabile, bu nur sayesinde az da
olsa birbirlerinden kanlı ellerini çekiyor ve bu çekiliş
Hudeybiye Sulhuna kadar devam ediyordu. Ancak bu sulh devresinde
tekrar birbirlerini rahatsız etmeye başlıyorlardı.
Bahaneler arayarak hadise çıkarma yoluna
gidiyorlardı.
Benî Bekirlerin Huzâalılara
Saldırması
Bir gün Benî Bekir
Kabilesinden biri bir şiirle Hz. Resûlullahı hicv ve
tahkire yeltenir. Huzâalılardan bir genç buna
tahammül edemez ve adamın başını yaralar.
Durumu öğrenen Bekiroğulları bunu Huzâalılara
saldırmak için bir sebep sayarlar.501 Kureyş
müşriklerinden de yardım alan Benî Bekirler, her
şeyden habersiz Vetir denilen suyun başında ikâmet
eden ve böyle bir saldırıdan Hudeybiye Anlaşması
gereğince emin bulunan Huzâalıların üzerine
ansızın saldırırlar. Hazırlıklı
bulunmayan Huzâalıları tâ Mekke'nin içine
kadar kovalarlar. Harem'de bile adamlarını öldürmekten
çekinmezler. Neticede çarpışma Huzâalılardan
yirmi üç kişinin öldürülmesiyle son
bulur.502
Çarpışmada müşrikler, Benî
Bekirlilere at, silah gibi yardımlarla kalmamış, ileri
gelenlerinden bir çokları da bilfiil çarpışmaya
katılmıştı. Fakat, bunu Peygamber Efendimizden
korkarak gizli yapmışlardı.503 Ancak Huzâalılar
bunları tanımışlardı.
Kureyş
müşrikleri, bu hareketleriyle Hudeybiye Anlaşmasını
resmen ihlâl etmiş oluyorlardı. Fakat, bunun
Peygamberimiz tarafından bilinmesinden son derece endişe
duyuyor, hattâ korkuyorlardı.
Aradan sadece üç
gün geçmişti.
Huzâalı Amr bin Sâlim,
beraberinde kabilesinden kırk kişi ile Medine'ye gelerek
durumu olduğu gibi Peygamber Efendimize arzetti ve yardım
talebinde bulundu.504
Peygamber Efendimiz (a.s.m.) hadiseden
fazlasıyla rahatsız oldu ve Huzâalılardan gelen
heyeti, kendilerine mutlaka yardım edecekleri va'di ile
yurtlarına tekrar geri gönderdi.505
Kureyş
müşrikleri, Benî Bekirlilere yardım etmekle
kendileri için son derece tehlikeli bir pozisyon meydana
getirmişlerdi. Giriştikleri hareketin vahim neticeler
doğuracağını sonradan fark ettiler, ama artık
iş işten geçmişti.
Ve Allah, bu hadiseyi
Mekke kapılarının Müslümanlara açılmasına,
Kâbe-i Muazzamada tekrar Tevhid bayrağının
dalgalanmasına zahiri sebeb kıldı.
Resûl-i
Ekrem Efendimiz (a.s.m.) durumun biraz daha açıklığa
kavuşmasını istiyordu. Bunun için müşriklere
ültimatom mahiyetinde bir yazı göndererek şöyle
dedi:
"Ya Huzâalılardan öldürülenlerin
kan bedellerini ödeyiniz! Yahut Benî Bekir Kabilesi ile
olan ittifakınızdan vazgeçiniz! Bunlardan birini
yapmazsanız, Hudeybiye Anlaşmasını bozduğunuz
ve bunun neticesi olarak da sizinle harbetmek mecburiyetinde
kalacağımı biliniz."506
Kibirden bir heykel
kesilmiş müşrik ileri gelenleri âkıbeti
düşünmeyen kör hislerine kapılarak önce
Peygamberimizin ilk teklifini kabul etmediler ve harbe
hazırlanacaklarını bildirdiler. Böylece muâhedeyi
fiilen ihlâl etmiş olduklarını sözleriyle
teyid etmiş oldular. Ancak, hislerinden uzak kalıp meseleyi
akıl plânına getirdiklerinde içlerini bir
telâş, bir korku kaplamaya başladı. Yaptıkları
hareketin doğuracağı vahim neticeyi düşündükçe
îmândan mahrum kalblerini bir korku sardı. Hz.
Resûlullahın elçisine bu tarz cevap verdiklerine
pişman oldular. Meselenin tashihi için Ebû Süfyan'ı
Medine'ye gönderdiler. "Git muâhedeyi yenile,
mütareke müddetini de uzat" dediler.507
Ebû
Süfyan Medine'de
Müşrik ileri gelenlerinin
verdiği direktife göre Ebû Süfyan,
Peygamberimizle görüşüp, eski fikirlerinden
vazgeçtiklerini bildirecek ve Hudeybiye Anlaşmasının
yenilenmesini, hattâ müddetin uzatılmasını
temine çalışacaktı. Ancak son pişmanlık
fayda vermeyecek ve müşrikler bu isteklerinde muvaffak
olamayacaklardı. Çünkü, Peygamber Efendimiz
(a.s.m.), daha henüz Ebû Süfyan Medine'ye gelmeden
Ashabına işin neticesini haber verip şöyle
buyuruyordu:
"Ebû Süfyan Hudeybiye Anlaşmasını
takviye etmek ve mütâreke müddetini uzatmak için
yanımıza gelmek üzeredir. Fakat bu arzusuna nâil
olamadan öfke ile geri dönecektir."508
Ebû
Süfyan Medine'ye gelince, Peygamber Efendimizin huzuruna
çıkmadan önce Ezvâc-ı Tahirattan kızı
Hz. Ümmü Habîbe'nin evine gitti.
Baba, henüz
îmân etmemiş ve müşriklerin lideri, kızı
ise Hz. Resûl-i Ekremin pâk zevcesi. Ebû Süfyan,
Hz. Resûlullahın minderine oturmak istedi. Hz. Ümmü
Habîbe buna müsaade etmedi.
Ebû Süfyan,
"Kızım" dedi, "anlayamadım, sen minderi
mi benden, beni mi minderden esirgiyorsun?"
Hz. Ümmü
Habîbe, "Bu, Resûlullahın (a.s.m.) minderidir.
Sen ise şirk içindesin? Senin gibi birisinin Resûlullahın
minderine oturmasına gönlüm asla razı olmaz"509
diye cevap verdi.
Evet, Allah ve Resûlünün hatır
ve muhabbeti her hatır ve muhabbetin üstündedir.
Onların hatırları anne babanın, hele hele müşrik
bir babanın hatırı ile değiştirilemez.
Onlara muhabbet, sâir muhabbetler için terk edilemez.
Çünkü, insana ebedî saadeti kazandıran,
Allah ve Resûlüne olan samimi muhabbettir ve emir ve
nehiylerine ciddi hürmettir.
Ebû Süfyan
kerimesinin bu hareketi üzerine, "Vallahi kızım,
sen yanımdan ayrıldıktan sonra çok değişmişsin.
Sana kötülük gelmiş" diyerek kızgınlığını
ifade etti."
Hz. Ümmü Habîbe, "Hayır!
Allah, bana kötülüğü değil, İslâmiyeti
nasib kıldı. Sen ise, işitmez görmez, taştan
yontulmuş puta tapmakta devam ediyorsun" dedikten sonra
şunları ilâve etti:
"Babacığım!
Senin gibi Kureyşlilerin büyüğü, ulusu bir
kimse nasıl olur da İslâmiyete uzak kalır?"
Ebû
Süfyan'ın kızgınlığı daha da
arttı, "Yazıklar olsun sana!" dedi, "Senden
bu sözleri de mi işitecektim? Ben, atalarımın
tapa geldiklerini bırakıp, Muhammed'in dinine gireceğim,
öyle mi?"
Sonra da, Hz. Ümmü Habîbe'nin
yanından son derece öfkeli bir şekilde
ayrıldı.510
Ebû Süfyan'ın
Peygamberimize Müracaatı
Kerimesi Hz. Ümmü
Habîbe'nin yanından öfkeli olarak ayrılan Ebû
Süfyan, doğruca, Hz. Resûlullahın yanına
vardı, "Ey Muhammed!" dedi. "Hudeybiye
Muâhedesini yenile ve mütâreke müddetini de
uzat!"
Peygamber Efendimiz, "Ey Ebû Süfyan!
Sen bunun için mi geldin?" diye sordu.
Ebû
Süfyan, "Evet, bunun için geldim."
Resûl-i
Ekrem, "Biz, aramızdaki o ahid üzerinde duruyoruz.
Yoksa siz, bir hâdise çıkarıp onu bozdunuz
mu?" diye sordu. Ebû Süfyan bir an durakladı. Ne
diyeceğini o anda kestiremedi.
Sonunda cesaretini topladı
ve "Allah korusun! Öyle bir şey yapmadık. Ama
biz, her şeye rağmen muâhedenin yenilenmesini
istiyoruz" diye hiçbir şey olmamış gibi
konuştu.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu teklifine bir
cevap vermeden sustu.511
Ebû Süfyan, çıkmaz
bir sokağa girdiğini anlamıştı. Bundan nasıl
kurtulabileceğini de bir türlü kestiremiyordu.
Hz.
Resûlullahtan herhangi bir cevap alamayınca gidip Hz. Ebû
Bekir'e başvurdu. Aynı arzusunu ona da tekrarladı ve
bu hususta Hz. Resûlullah ile kendisi arasında tavassut
etmesini istedi.
Hz. Ebû Bekir, "Bu, benim değil,
Resûlullahın bileceği, ona ait bir iştir. Ben,
buna asla karışamam" diye cevap verdi.
Ebû
Süfyan, "Öyle ise, beni himâyene al ve bunu
halka bildir" dedi.
Hz. Ebû Bekir, Hz. Resûlullaha
sadakâtını bir kere daha belgeledi:
"Benim
himâyemde bulunanlar, Resûlullahın himâyesinde
bulunanlardır"512 dedi.
Ebû Süfyan, ümitsiz
bir vaziyette bu sefer Hz. Ömer'e başvurdu, "Muâhedeyi
yenilemeye çalış, halkın arasını bul"
dedi.
Kâfirlere karşı hiddet ve şiddetiyle
tanınan Hz. Ömer, öfkeyle, "Demek, siz muâhedeyi
bozdunuz, öyle mi?" dedikten sonra ilâve etti:
"Eğer,
ondan geride birşey kalmışsa, Allah onu da bir an
evvel yok etsin! Ben, bu hususta, asla gidip Resûlullahtan
şefaat dilemeyeceğim. Vallahi, ben küçük
bir karıncadan başka birşey bulamazsam bile, o
karıncadan faydalanır, yine sizinle savaşırım."513
Kendi
kendine "Vallahi, ben bugünden daha zor, daha çetin
bir gün görmedim" diye mırıldanıp Hz.
Ömer'in yanından ayrılan Ebû Süfyan,
doğruca Hz. Osman'ın yanına gitti:
"Ey Osman,"
dedi, "bu topluluk içinde akrabalıkta bana en yakın
sensin. Ne olur şu mütârekeyi yenile ve müddetini
uzat! Çünkü arkadaşın seni hiçbir
zaman reddetmez."
Hz. Osman, "Benim himâyemde
bulunanlar, Resûlullahın (a.s.m.) himâyesinde
bulunanlardır"514 diyerek, bu hususta kendisine hiçbir
yardımda bulunamayacağını ifâde etti.
Ebû
Süfyan'ın içi, müracaatlarının
neticesiz kalmasından için için yanıyordu.
Son şansını denemek için Hz. Ali'ye gitti:
"Benim en yakın akrabamsın. Bu akrabalık hakkı
için, gidip Resûlullaha bu muâhede işinin
yenilenmesi ve müddetin uzatılması için
şefaatçı ol," dedi.
Hz. Ali'nin cevabı
diğer Ashab-ı Kiramınkinden farklı olmadı:
"Allah senin iyiliğini versin, ey Ebû Süfyan!"
dedi, "Vallahi, Resûlullah Aleyhisselâm bir işte
karar verdi mi, onu mutlaka yapar."
Bu Resûlullahı
ilgilendiren bir iştir. Ben onun hakkında asla bir hüküm
veremem."515
Bunun üzerine Ebû Süfyan
yalvarır bir edâ ile, "Peki, ey Ali, bana bu hususta
bir öğüt ver" dedi.
Hz. Ali, "Vallahi,
ben senin için bu hususta faydalı olacak birşey
bilmiyorum. Ama, sen Kinânelerin büyüğüsün.
Kalk, iki taraf halkını uzlaştırmak için
himâyene aldığını ilân et! Sonra da
yurduna çık git!" dedi.
Çaresiz ve bitkin
Ebû Süfyan bu tavsiyeye can simidi gibi yapıştı:
"Evet,
sen doğru söyledin. Ben bunu yapmalıyım"
diyerek Hz. Ali'nin yanından ayrılıp Mescidi Nebevîye
vardı.516
Ebû Süfyan, mânen yorgun ve
bitkindi. Üzerine aldığı meseleyi halledememenin
üzüntüsünü yaşıyordu.
Mescidi
Nebevîde ayakta dikildi ve "Ey insanlar! Ben iki tarafı
uzlaştırmak için onları himâyeme aldım,
haberiniz olsun" dedikten sonra ürkek ürkek ilâve
etti:
"Muhammed'in, bu taahhüdümde bana vefâsızlık
edeceğini hiç sanmıyorum."
Sonra tereddütler
içinde bocalar bir bitkinlik ile Efendimizin yanına
vardı, "Yâ Muhammed," dedi, "zannetmem ki,
bu himâye sözümü reddedesin!"
Peygamber
Efendimiz, "Ey Ebû Süfyan! Bunu sen söylüyorsun,
ben değil" buyurdu.517
Ebû Süfyan meseleyi
anlamıştı. Görüşmelerinden hiçbir
netice alamamanın eziklik ve ümitsizliği içinde
devesine zar zor atlayarak Mekke'nin yolunu tuttu.518
Ebû
Süfyan Mekke'de
Mekke'ye varan Ebû Süfyan'a
Kureyşliler, "Neler yaptın, anlat bakalım?"
dediler.
Ebû Süfyan, kötü bir elçilik
yapmış olmanın ezikliği içinde, olup
bitenleri olduğu gibi anlattı.
Kureyş müşriklerinin
korkuları bir kat daha arttı.
Resûl-i Ekrem
Efendimiz, artık kesin kararını vermişti: Sefere
çıkılacak. Ancak bu kararını, daha
doğrusu, Kureyş müşriklerinin üzerine yürüme
fikrini; son derece gizli tutmak istiyordu. Bu, onun başvurduğu
bir tedbir idi. Bu taktiğe, düşmana hazırlanma
fırsatı vermemek ve bunun neticesi olarak da fazla kan
dökülmeden onu teslime mecbur etmek maksadına mebnî
olarak başvuruyordu. Çünkü, o, her şeyden
evvel insanlara ebedî saadeti kazandıracak olan hak ve
hakikatı tebliğe memurdu, insanları imhâya
değil! Teslime mecbur bırakıldıkları
takdirde içlerinden birçoklarının gönlü
İslâma kayabilirdi. Böylece de îmân
nimetini elde etmiş olabilirlerdi. O halde düşmanı
tamamen imhâ etmek yerine ona galebe etmek, onun ulvî
gayesine daha uygundu.
Bu sebepledir ki, Mekke Seferinde de
maksadını son derece gizli tutuyordu. Hz. Âişe
Vâlidemize sadece, "Yol hazırlığımı
yap!" demekle yetiniyordu. Ayrıca, bu seferde, Efendimiz,
gizliliğe daha çok ihtiyaç duyuyordu. Çünkü,
Mekke-i Mükerreme gibi mübârek bir beldeye kan
akıtmadan girmek, Kâbe-i Muazzama gibi yeryüzünün
en şerefli ve faziletli binâsını, kimseyi
öldürmeksizin putlardan temizlemek istiyordu. Şu duâsı
da bu niyetinin açık ifadesiydi:
"Allah'ım!
Yurtlarına ansızın varıp kavuşuncaya kadar,
Kureyşlilerin casus ve habercilerini tut, görmez ve işitmez
hale getir! Beni, birdenbire görüp işitsinler!"519
Hattâ
Kureyş müşriklerinin üzerine değil de Necid
tarafı ile meşgul olmak istiyormuş intibaını
vermek için de Ebû Katade Hazretlerini askeri bir birlik
ile İzam Vadisi tarafına gönderdi.2 Böylece,
Mekke tarafına değil de, Necid tarafına gidecekmiş
tarzında haberler yayılacak ve müşrikler herhangi
bir endişe duymayacakları gibi, herhangi bir hazırlığa
da kalkışmayacaklardı.
İşte bütün
bu tedbirlere başvurduktan sonra, Resûl-i Ekrem Efendimiz,
bir kısım Ashabına Mekke üzerine sefere
çıkılacağını haber verdi ve
hazırlanmalarını emir buyurdu.521
O zamana kadar
Medine etrafında İslâmiyetle müşerref olmuş
birçok kabile vardı. Peygamber Efendimiz bu arada onlara
da, "Allah'a ve âhiret gününe inanan, Ramazan
başında Medine'de hazır bulunsun" diye haber
gönderdi.522
Medine'den Hareket
Ramazan ayının
ilk günleri idi. Gönülleri Allah ve Resûlünün
muhabbetiyle coşup taşan on bin mücahid Medine'de
hazır bekliyordu.2 Bunların yedi yüzü
Muhacirlerdendi. Beraberlerinde üç yüz atlı
vardı. Ensarın mevcudu ise dört bin idi. Onların
da yanında beş yüz at vardı. Geri kalan asker
sayısını etraftaki kabilelerden gelen Müslümanlar
teşkil ediyordu.
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz,
Medine'de, yerine Ebû Rühm Külsüm bin Husayn'ı
vekil bıraktı.524
Bu haliyle İslâm ordusu
hareket için Hz. Resûlullahın emrini
bekliyordu.
İslâm ordusu harekete hazır
bekliyordu.
Bu sırada Peygamber Efendimiz, Hz. Ali, Hz.
Zübeyr bin Avvam ve Hz. Mikdad bin Esved'e şu emri
verdi:
"Sür'atle gidiniz! Hah bahçesine
vardığınızda, yanında mektup bulunan hayvan
üzerinde bir kadın bulacaksınız. Mektubu ondan
alıp bana getirin!"525
Üç Sahabî, bu
emrin sebebini sormaya gerek duymadan, son sür'at yol alıp
Hah bahçesine vararak orada kadını buldular.
Kadına,
"Yanındaki mektup nerede?" diye sordular.
Kadın,
"Benim yanımda mektup filan yok" diye cevap
verdi.
Bunun üzerine kadının devesini çöktürdüler.
Onu üzerinden indirip eşyasını aradılar.
Fakat mektup namına bir şey bulamadılar.
Bunun
üzerine Hz. Ali kılıcını sıyırdı
ve kadına hiddetle, "Allah'a yemin ederim ki" dedi,
"Resûlullah hiçbir zaman hilaf-ı hakikat
konuşmaz. Ya sen bu yazıyı çıkarırsın,
ya da biz yapacağımızı biliriz; gerekirse üstünü
başını arar, elbiseni çıkartırız."
Kadın,
"Siz Müslüman değil misiniz?"
dedi.
Mücahidler, "Evet, Müslümanız, ama
Resûlullah bize, beraberinde mektup bulunduğunu söyledi"
diye konuştular.
Kadın, kurtuluş çaresinin
kalmadığını anlamıştı.
Mücahidlere, "Yüzünüzü başka
tarafa çeviriniz" dedi.
Sahabîler yüzlerini
çevirince de, başının örgülü
saçlarını çözdü. Mektubu oradan
çıkarıp Hz. Ali'ye uzattı.526
Vazifeli
Sahabîler, mektubu alıp Hz. Resûlullaha getirdiler.
Herkeste bir hayret ve şaşkınlık başlamıştı.
Çünkü mektup, Bedir Ashabından Hatib bin Ebî
Beltaa tarafından müşriklere hitaben, Peygamber
Efendimizin hazırlığını haber vermek üzere
yazılmıştı.527
Peygamber Efendimiz, derhal Hz.
Hatib'i huzura çağırdı. Hz. Hatib gelince
mektup kendisine okundu. Resûl-i Ekrem, "Bu mektubu
tanıdın mı?" diye sordu.
"Evet, tanıdım"
dedi.
"Bunu sen mi yazdın?"
Hatip inkâr
etmedi, "Evet, ben yazdım" dedi.
Peygamber
Efendimiz, "Bunu ne için yaptın?" diye sordu.
Hz. Hatip izah etti:
"Yâ Resûlallah! Bu hususta
hakkımda hüküm vermekte acele etme! Ben,
Kureyşlilerden olmayan bir kimseyim. Muhacir Müslümanlar
gibi, Mekke'de âilem ve mallarımı koruyacak kimsem de
yok.
"Ben, bunu Kureyş ileri gelenlerini bir minnet
altında bırakayım da âilemi korusunlar diye
yaptım. Yoksa, bunu küfre saptığım veya
dinimden döndüğüm için yapmış
değilim! Vallahi, ben Allah ve Resûlüne olan îmânımda
sabitim."528
Peygamber Efendimiz, "Doğru söyledin"
buyurdu. Sonra Ashabına dönerek, "O, size doğru
söyledi. Bunun hakkında hayırdan başka birşey
söylemeyiniz" dedi.529
Kendisini zaptedemeyen Hz. Ömer,
"Bırak, yâ Resûlallah, şu münafığın
boynunu vurayım" dedi.
Resûl-i Ekrem müsaade
etmedi ve şöyle buyurdu:
"O Bedir Muharebesinde
bulunmuştur. Ne bilirsin, belki Allah, Bedir Harbine katılmış
bulunanlara, savaş günü bakıp, 'Siz istediğinizi
yapınız, ben sizi affetmişimdir. Cennet size vacib
olmuş, siz de Cennete girmeye hak kazanmışsınız'
buyurmuştur."
Manzara karşısında Hz.
Ömer'in gözleri doldu, "Allah ve Resûlü
herşeyi daha iyi bilir" dedi.530
Bu hadise üzerine
Cenâb-ı Hak, şu âyet-i kerimeyi inzâl
buyurarak mü'minleri ikaz etti:"Ey îmân
edenler! Bana ve size düşman olanları dost edinmeyin.
Siz onlara muhabbet gösterip sırlarınızı
ulaştırıyorsunuz; halbuki onlar size gelen hakkı
inkâr etmişler, Rabbiniz olan Allah'a îmân
ettiğiniz için Peygamberi ve sizi yurdunuzdan
çıkarmışlardır. Eğer Benim yolumda
cihad etmek ve Benim rızâmı aramak için
çıkmışsanız, nasıl onlara muhabbet
gösterip de sır verirsiniz? Ben ise sizin gizlediğinizi
de bilirim, açığa vurduğunuzu da. İçinizden
kim bunu yaparsa dümdüz yolun ortasında şaşırmış
olur."531
İslâm Ordusu Fetih Yolunda
Bütün
hazırlıklar tamamlandıktan sonra Resûl-i Kibriyâ
Efendimiz, tek kalb gibi çarpan on bin kişilik muazzam
İslâm ordusuna hareket emri verdi.
Medine'den çıkış
Ramazan'ın ilk günlerine rastlıyordu. Bu sebeple
Resûl-i Ekrem ve mücahidler oruçlu idiler.532
Hava
oldukça sıcaktı. Bu sıcaklık altında
yol almak, fazlasıyla yorucu ve zahmetliydi. Dayanılacak
gibi değildi. Üstelik, her an bir çarpışma
çıkabilir, bir mukabele ile de karşı karşıya
kalabilirlerdi. Halbuki, harpte güç, kuvvet lâzımdı.
Oruç, mücahidleri bir noktada takatsız hâle
getiriyordu. Ancak kendi başlarına hareket edemezlerdi. Bu
sebeple Hz. Resûlullahın ne yapacağını
bekliyorlardı. Oruç açılacak mı, yoksa
devam mı edilecekti?
İslâm ordusu Kudeyd mevkiine
gelince Peygamber Efendimiz ikindi namazından sonra orucunu açtı
ve Ashabına da açmalarını emretti.533
Bu
arada sekiz kişilik bir birlik ile Necid tarafına
gönderilmiş bulunan Ebû Katade de gelip orduya
katıldı. Aynı zamanda etraftan da birçok
Müslüman gelip İslâm ordusuna iltihak etti.
Yine
bu sırada Mekke'den gelen Hz. Abbas âilesiyle Cuhfe
mevkiinde İslâm ordusuyla karşılaştı.
Bundan son derece memnun olan Peygamberimiz kendisinin kalmasını
ağırlıklarını ise Medine'ye göndermesini
emretti. Sonra, "Ey Abbas! Sen muhacirlerin sonuncususun"
buyurdu. Hz. Abbas, sefer boyunca Peygamber Efendimizin yanından
bir an bile olsun ayrılmadı.
Yolda Müslüman
Olanlar
Hz. Resûlullah kumandasındaki İslâm
ordusu bütün ihtişâmıyla yoluna devam
ediyordu. Bu sırada gelip, Hz. Resûlullahın huzurunda
İslâmla şereflenenler oldu. Bunlar, Peygamber
Efendimizin amcası oğlu Ebû Süfyan bin Hâris
ile Abdullah bin Ebî Ümeyye idi.534
Resûl-i
Ekrem, önce bu iki kişiyle görüşmek
istemediğini ifâde ederek onlardan yüz çevirdi.
Zira, bunlar kendisiyle peygamberliğinden önce gayet samimi
iken, risâlet vazifesi verilir verilmez şiddetli birer
düşman kesilmişlerdi. Kendisine sözle eziyet ve
hakarette bulunmuşlardı. Şâir olan Ebû
Süfyan bin Hâris Peygamberimiz ve Müslümanları
ağır dille hicvederdi. Yine Efendimizin akrabası olan
Abdullah bin Ebî Ümeyye de ona söz ve hareketleriyle
rahatsızlık vermekten geri durmayanlar arasında yer
almıştı.535
Ancak, bütün bunlara rağmen,
araya Hz. Ümmü Seleme girdi. Efendimize onlardan yüz
çevirmemesi gerektiğini söyledi. Fakat, Resûl-i
Ekrem Efendimiz yine, "Onların ikisi de bana lâzım
değildir" diyerek kabul etmemekte ısrar
ediyordu.
Resûl-i Ekremin bu sözlerini duyan Ebû
Süfyan bin Hâris, küçük oğlu
Câfer'in elinden tutarak şöyle dedi:
"Vallahi,
yanına girmeme izin vermezse, oğlumun elinden tutarak helâk
oluncaya kadar yeryüzünde dolaşıp
dururum.
"Şefkat ve merhamet timsâli Peygamber
Efendimizin (a.s.m.) mübârek gönlü bu sözlere
dayanamadı. Onları huzuruna dâvet ederek affetti.
Böylece onlar da İslâmiyetle
şereflendiler.536
Ordunun Savaş Düzenine
Girişi
Kudeyd mevkiinde konaklayan Peygamber Efendimiz,
burada ordusunu savaş düzenine koydu. Sancaklar ve
bayraklar bağlayarak, onları kabilelere ve kabilelerin
bayraktar ve sancaktarlarına verdi. Muhacirlerin üç
bayraktarı vardı: Hz. Ali, Hz. Zübeyr bin Avvam ve Hz.
Sa'd bin Ebî Vakkas. Ensarın ise, on iki bayraktarı
vardı. İslâm ordusunda Ayrıca Eşca'ların
bir, Süleymlerin de bir bayraktarı bulunuyordu. Orduda on
dört de sancaktar vardı. Bunların üçü
Müzeynelerin, ikisi Eslemlerin, dördü Cuheynelerin,
üçü Ka'boğullarının, ikisi ise
Süleymlerin idi.537
Bundan sonra Peygamber Efendimiz
ordusuyla Merruzzahrân'da konakladı.538
Peygamber
Efendimizin gizlilik stratejisi o âna kadar son derece
başarıyla sürmüş, Mekkeliler en küçük
bir haber dahi alamamışlardı.
Merruzzahrân
Vadisine geliş geceye rastlamıştı. O âna
kadar üzerlerine gelişinden haberi olmayan Mekkeli
müşriklere Peygamber Efendimiz, gelişini muhteşem
bir ateş donanmasıyla bildirmek istedi ve her mücahide
ateş yakmalarını emir buyurdu.539
Bir anda on bin
ateş yakıldı. Göz kamaştıran bu manzara
Mekke'ye aydınlık saçtı; müşriklere
ise korku ve dehşet. Aralarından göç etmeye
mecbur bıraktıkları kâinatın manevî
güneşi Peygamber Efendimiz, şimdi etrafında on
bin parlak yıldızla Mekke ufuklarında yeniden bütün
ihtişamıyla parlıyordu. Ruh ve gönülleri
ısıtmak için Mekke ufuklarında bir başka
haşmetle doğuyordu. Bu doğuşa müşrikler
hayret etti. Daha iki sene evvel bu güneş bu kadar parlak
değildi. Bu kadar kuvvet ve azamete sahip bulunmuyordu. Bir anda
nasıl böylesine inkişâf etmiş, büyümüş
ve her tarafı aydınlatır olmuştu? Söndürmek
istedikleri nur nasıl böylesine kısa bir zamanda
kendilerini sönük bir durumda bırakan bir azamet peyda
etmişti? Akıllara hayret veren bu şahlanışın
sırrını bir türlü çözemiyorlardı.
İşte
Kureyş müşrikleri, ancak gözleri kamaştıran
bu on bin ateşlik muazzam manzara ile işin farkına
vardı ve Mekke'nin çepeçevre kuşatıldığını
anladılar.
İslâm ordusu henüz
Merruzzahrân'dan ayrılmamıştı.
Resûl-i
Ekrem Efendimiz irak denilen misvak ağaçlarının
yemişlerinden toplamalarını bazı Sahabîlere
emretti ve "Size, onların kararmış olanlarını
toplamanızı tavsiye ederim. Çünkü, en tadı
olanları, onların kararmışlarıdır"540
buyurdu.
Sahabîler merakla, "Yâ Resûlallah!
Bu yemişin iyisini kötüsünü çobanlar
bilir. Siz de koyun güttünüz mü?" diye
sordular.
Resûl-i Ekrem, "Her peygamber muhakkak koyun
gütmüştür.Ben de Eryad'da [Mekke'de bir mevki] ev
halkımın [Ebû Tâlib'in] koyunlarını
otlatırdım"541 diye cevap verdi.*
Ebû Süfyan
Peygamberimizin Huzurunda
Bu arada son derece korkup telaşa
kapılan müşrikler, reisleri Ebû Süfyan'la
birkaç kişiyi durumu öğrenmek üzere
vazifelendirdiler.542
Ebû Süfyan ve beraberindekiler,
bir gece vakti bu vazifeyi yerine getirmek üzere Mekke'den
çıktılar. İslâm ordusu karargâhına
yaklaştıkları bir sırada mücahidler
tarafından yakalandılar. O esnâda Hz. Abbas imdadına
yetişmeseydi mücahidler tarafından epeyce
hırpalanacaktı.
Hz. Abbas, Ebû Süfyan'ı
alıp Peygamber Efendimizin yanına getirdi. Arkasından
Hz. Ömer de eli kılıcının kabzasında
Huzur-u Saadete girdi ve şu teklifi yaptı:
"Yâ
Resûlallah! Allah, Ebû Süfyan'ı akidsiz ve
ahidsiz ele geçirmek imkân ve fırsatını
verdi. Müsaade buyur da boynunu vurayım."
Hz. Abbas
müdahale etti:
"Yâ Resûlallah! Ben, ona emân
vermiş bulunuyorum!"
Fakat Hz. Ömer, bu isteğinden
vazgeçmedi. Aynı teklifini tekrarlayıp durdu.
Hz.
Abbas, "Ey Ömer! Yeter! Vallahi, Ebû Süfyan,
Adiyy bin Ka'boğullarından (Hz. Ömer kabilesi) olsaydı
böyle söylemezdin" deyince, Hz. Ömer bütün
celâletiyle "Ey Abbas! Vallahi, babam Hattab hayatta olup
da Müslüman olsaydı, ona, senin Müslüman
olduğun gün, Müslüman oluşuna sevindiğim
kadar sevinmezdim. Zira, biliyorum ki, Resûlullah da, babam
Hattab Müslüman olsaydı, senin Müslüman
oluşuna sevindiği kadar sevinmezdi" 543 diye cevap
verdi.
Bu ufak münakaşayı Peygamber Efendimiz, "Ey
Abbas! Ebû Süfyan'ı konak yerine götür!
Sabahleyin yanıma getir" sözleriyle sona
erdirdi.544
Ebû Süfyan'ın İslâmla
Şereflenmesi
Hz. Abbas, Ebû Süfyan'ı
sabahleyin Resûl-i Ekrem Efendimizin yanına getirdi.
Resûl-i Ekrem, "Ey Ebû Süfyan! Henüz 'Lâ
ilâhe İllallah' diyeceğin vakit gelmedi mi?"
diye sordu.
Ebû Süfyan zavallıca bir cevap
verdi:
"İyi ama bu kadar putları ne yapayım?
Lât ve Uzza'dan nasıl vazgeçeyim?"
Hz.
Ömer, Peygamber Efendimizin çadırı arkasında
bekliyordu. Ebû Süfyan'ın bu sözlerini duyunca
hiddetle, "Duâ et ki, çadırın içindesin.
Dışında olsaydın, asla bu sözü
söyleyemezdin" diye konuştu.
Ebû Süfyan,
"Yâ Ömer! Yazıklar olsun sana! Sen de baban gibi
sertsin. Hem sonra ey Hattab'ın oğlu, ben sana gelmiş
değilim. Amcamın oğluna gelmişim. Onunla
konuşacağım. Bırak da konuşalım"
dedi. Peygamber Efendimize hitaben de şöyle dedi:
"Babam,
anam sana fedâ olsun! Usluluk ve yumuşak huylulukta,
şereflilikte ve akraba hakkını gözetmede senden
daha üstünü yoktur."
Sonra bir müddet
düşündü durdu. Bu düşünce onu bir
nebze olsun hakka yakınlaştırdı. Şu itirafı
yapmaktan kendini alamadı:
"Vallahi, sanırım
ki, Allah'tan başka ilâh olmasa gerek. Çünkü,
Allah'la birlikte başka ilâh da bulunmuş olsaydı,
elbette beni zararlardan korur, iyiliklerden de
faydalandırırdı."545
Peygamber Efendimiz, bu
sözlerinden onun "Lâ ilâhe illallah"
gerçeğini kabul ettiğine kanaat getirdi. Bu defa da,
"Ey Ebû Süfyan 'Muhammedün Resûlullah
diyeceğin zaman daha gelmedi mi?" diye sordu.
Ebû
Süfyan bir an durakladı. İçindeki düğümü
tam mânâsıyla çözemiyordu. Nereden
geldiğini bilmediği bir şüphe vardı içinde.
"Yâ Muhammed," dedi, "bunun için bana
biraz müddet tanı. Zira, bundan dolayı zihnimde biraz
şüphe var."
Bu esnâda Hz. Abbas söze
karıştı:
"Ey Ebû Süfyan,"
dedi, "yazıklar olsun sana! Aklını başına
topla! Ne yaptığının farkında mısın?
Boynun vurulmadan önce, Müslüman ol! Allah'tan başka
ilâh olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın
Resûlü olduğuna şehâdet getir!"
Bunun
üzerine Ebû Süfyan şehâdet getirip
Müslüman oldu.546
Îmânının
Âcil Mükâfatı
Hz. Abbas, Hz.
Resûlullahtan, Ebû Süfyan için bir imtiyaz
tanımasını istedi.
"Yâ Resûlallah"
dedi, "Ebû Süfyan üstün tanınmayı,
övülüp sevilmeyi seven bir insandır. Ona iftihar
vesilesi olacak bir imtiyaz verseniz."
Resûl-i Kibriyâ
Efendimiz, "Olur" buyurdu ve ilâve etti:
"Kim,
Ebû Süfyan'ın evine girerse emindir."
Ebû
Süfyan, "Evimin ne genişliği vardır ki?"
diyerek Peygamber Efendimizden bu lütfunu genişletmesini
istedi.
Bu sefer Resûl-i Ekrem Efendimiz, "Kim Kâbe'ye
girer, sığınırsa, o emindir!" buyurdu.
Ebû
Süfyan buna da kanaat etmedi.
"Kâbe'nin ne
genişliği vardır ki?" dedi.
O zaman Peygamber
Efendimiz, "Kim, Mescid-i Harama girer, sığınırsa
emindir" buyurdu.
Ebû Süfyan bu ihsan dairesinin
daha da geniş tutulmasını istiyordu:
"Mescidi
Haram'ın ne genişliği var ki?" diyerek buna da
kanaat getirmedi.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz lütuf
ve ihsanının dairesini en geniş bir şekilde
tuttu:
"Kim, kapısını üzerine kapayıp
evinde oturursa ona emân verilmiştir."547
Ebû
Süfyan'ın artık bu hususta taleb edecek birşeyi
kalmamıştı, "İşte bu geniştir"
diyerek memnuniyetini izhar etti.548
Ebû Süfyan'ın
İslâm Ordusunu Seyredişi
Resûl-i Ekrem,
Ebû Süfyan'ın hemen çıkıp Mekke'ye
gitmesine müsaade etmedi. Her ne kadar îmân etmişse
de müşrik ileri gelenlerinin tesiri altında kalıp
İslâm ordusuna karşı bir hareket hazırlığı
içine girebilme ihtimali vardı. Bu düşünceye
fırsat verilmemeliydi. Ebû Süfyan, İslâm
ordusunu görmeli idi. Tâ ki, bu orduya karşı
koyacak güç ve kuvvetin asla Kureyş müşriklerinde
bulunmadığı kanaatı kendisinde tamamıyla
teşekkül etsin. Azametli orduyu görmeli idi ki,
kendilerine birşey kazandırmayacak, sadece kanlarının
akıp gitmesine sebebiyet verecek bir karşı koyma
hareketine girişmeyi akıllarından geçirenlere
nasihat etsin, onları bu fikirlerinden vazgeçirmeye
çalışsın.
Bunun için Peygamber
Efendimiz, Hz. Abbas'a şu emri verdi:
"Ey Abbas! Ebû
Süfyan'ı vadinin daraldığı, atların
sıkışa geldiği dağ boğazının
yanına götür de, Allah ordusunun ihtişamını
görsün."549
Hz. Abbas bu emr-i Nebevî üzerine
Ebû Süfyan'ı vadinin en dar, geçişe en
hakim yerine götürdü.
Ebû Süfyan, hayret
ve haşyet içinde kol kol geçen muazzam İslâm
ordusunu seyrediyor ve onların kim olduğunu teker teker Hz.
Abbas'a soruyordu. Hz. Abbas da gereken izahatı veriyordu. Ebû
Süfyan'ın gözleri, nuranî dalgalar halinde akan
mücahidler karşısında kamaşıyordu.
Mekke'de
öldürmeye karar aldıkları sırada ellerinden
Allah'ın hıfz ve inâyeti ile kurtulan Hz. Muhammed
nasıl böyle on binlerin kalb ve ruhunu fethetmiş ve
etrafında birer pervane gibi döndürmeye
başarabilmişti? daha düne kadar kendi saflarında
ona karşı savaşanlar, şimdi ona sadakât
elini uzatmışlar, onun muhabbetinde erimişler, onun
derdiyle hemdert, sevinciyle mesrur, elemiyle müteellim
olmuşlardı.
Dalga dalga geçen alaylar, taburlar
arasında EBû Süfyan olanca dikkatiyle Hz. Resûlullahı
arıyordu. Her alay, her kol geçtiğinde Hz. Abbas'a
"Muhammed (a.s.m.) geçti mi?" diye soruyordu. Onun
geçişinin bir başka azamette, ihtişamda
olacağını biliyordu.
Nihâyet, Resûl-ü
Kibriyâ Efendimizin arasında bulunduğu tepeden
tırnağa silahlanmış alay geliyordu. Kâinatın
Efendisi, kendisine mahsus azamet, heybet ve vakarı ile devesi
Kasvâ'nın üzerindeydi. Etrafını Ensar ve
Muhacirler almıştı. Sancağı, Ensardan Sa'd
bin Ubâde Hazretlerinin elindeydi. Ebû Süfyan'ın
önünden tüylerini ürpertircesine, tir tir
titrercesine geçiyorlardı.
Ebû Süfyan
merakla, "Sübhanallah, kimdir bunlar ey Abbas?" diye
sordu.
Hz. Abbas, "Resûllullah ile Ensar ve Muhacirler"
diye cevap verdi.550
Ebû Süfyan'ın dehşeti
daha da arttı, ürpermesi kat kat yükseldi, kendisini
tutumayarak şöyle dedi:
"Kardeşinin oğluna
ne kadar büyük bir saltanat verilmiş! Hiçbir
hükümdarda görmediğim bir saltanat."
Hz.
Abbas, "Bu saltanat değil, peygamberliktir" diyerek
Ebû Süfyan'ın yanlışını
düzeltti.
Ebû Süfyan da, "Evet,
peygamberliktir"551 diyerek kanaatını düzeltti.
Ebû
Süfyan artık, bu haşmetli, nuranî, bir tek kalb
halinde çarpan, tek el halinde kalkan, tek ses halinde
yükselen orduya kimsenin kolay kolay karşı
koyamayacağını, bunun kendilerinin de haddi olmadığını
iyice anlamıştı.
"Ey Abbas! Ben şu âna
kadar, böyle bir ordu, böyle bir cemâat görmedim"
dedi.
Bundan sonradır ki, Mekkeli müşriklere hem
haber vermek, hem de karşı koymak gibi bir basiretsizliğe
teşebbüs etmelerine mani olmak ve bu hususta nasihatta
bulunmak üzere Ebû Süfyan'ın Mekke'ye gitmesine
müsaade edildi.552
Ebû Süfyan Mekke'de
Ebû
Süfyan sür'atle Mekke'ye vardı. Müslüman
olduğunu açıkladı. Sonra da, "Ey
Kureyşliler! İşte Muhammed! Karşı
koyamayacağınız kadar büyük bir orduyla yanı
başınıza gelmiş bulunuyor! Müslüman
olunuz da selâmete eriniz" diye yüksek sesle hitap
etti.553
Sonra da, "Kim, Ebû Süfyan'ın evine
girer sığınırsa, o emindir! Kim, evine girip
kapısını üzerine kaparsa o emindir! Kim, Mescid-i
Harama girer sığınırsa, o emindir" diye
olanca sesiyle bağırdı.554
Fakat müşrik
ileri gelenleri, hatta karısı Hind, bu davranışı
karşısında Ebû Süfyan'a hakaret etti. Hattâ
Safvan bin Ümeyye, İkrime bin Ebî Cehil gibileri,
halkı Resûl-i Ekreme karşı çıkmak
için kışkırtmaya bile kalkıştılar.
Fakat halk, bu hararetli müşriklerin sözlerine iltifat
etmedi ve Ebû Süfyan'ın tavsiyesi üzerine kimisi
evine girdi, kimisi de Mescid-i Harama sığındı.
Mekke'ye
Giriş Hazırlığı
İslâm
ordusu Mekke'ye girmeden evvel, son defa Zî-Tuva Vadisinde
toplandı. Peygamber Efendimiz ve Ashab-ı Kiramın
sevinçleri etrafa dalga dalga yayılıyordu.
Yüzlerinde tebessüm, gönüllerinde ferah ve sürur
vardı.
Peygamber Efendimiz, devesi Kasvâ'nın
üzerindeydi. Kendisine bu mübârek ve muazzam günü
gösteren Cenâb-ı Hakka sonsuz hamd ve şükrünü
takdim ediyordu.
Tevazû ve mahviyetinden mübârek
başını öne eğmişti. Öylesine ki,
nerdeyse mübârek sakalının ucu devesinin
semerine değiverecekti.556 Bu haliyle önünde
eğilinecek tek zâtın sadece kâinatın
yarancısı Cenâb-ı Hak olduğunu bütün
insanlığa ilân ediyordu. Aynı zamanda Ashabına
da muvaffakiyeti verenin sadece Yüce Allah olduğunu,
insanların ise, muvaffakiyetin sebeblerini hazırlamakla
vazifeli bulunduklarını ders veriyordu.
Peygamberimizin
Mekke'ye Girişi
Peygamber Efendimiz, Mekke'ye girmek için
ordusunu dört kola ayırdı:
Sağ kol: Kumandan,
"Seyfullah" ünvanının sahibi Hz. Hâlid
bin Velid'di. Mekke'ye aşağı taraftan girecekti.
Sol
kol: Kumandan, Hz. Zübeyr bin Avvam idi. Şehre yukarıdan,
Küdâ denilen mevkiden girecekti.
Üçüncü
kol: Sa'd bin Ubâde kumandasında idi ve Ensar
birliklerinden ibaretti. Seniyye tarafından şehre
girecekti.
Piyade birliklerinden meydana gelen dördüncü
kola Ebû Ubeyde bin Cerrah kumanda ediyordu. O da Mekke'nin üst
tarafından ilerleyecekti.
Peygamber Efendimiz kumandanlara şu
emri verdi:
"Size karşı konulmadıkça,
size saldırılmadıkça hiç kimseyle
çarpışmaya girmeyeceksiniz! Hiç kimseyi
öldürmeyeceksiniz!"558
Bu emirden bazı
kimseler müstesna kılındı. Bunlar görüldükleri
yerde, Kâbe'nin altına iltica etmiş olsalar dahi
öldürüleceklerdi. Onlar da şunlardı: İkrime
bin Ebî Cehil, Abdullah bin Sa'd bin Ebî Serh, Habbar bin
Esved bin Muttalib, Hüveyris bin Nukayz, Mıkyes bin Subabe
el-Leysî Abdullah Hilâl bin Hatal, Hind binti Utbe bin
Rebia, şarkıcı Sâre, Kureyne ve
Ernebe.559
Bunlar, irtidad, İslâma ve Müslümanlara
aşırı düşmanlık, işkence, katl,
Resûlullahı ve Müslümanları küstahça
hicvetme gibi affa sığmayacak suçlar
işlemişlerdi.
Kollar Mekke'ye Girerken
Takvim
yaprağı, Hicretin sekizinci yılı Ramazan ayının
on üçü Cuma gününü gösteriyordu.
Gün henüz yeni ağarmıştı.
Peygamber
Efendimiz, devesi Kasvâ'nın üzerindeydi. Mübârek
başında Yemen işi siyah bir sarık vardı.
Sarığın bir ucunu iki omuzunun arasına
salıvermişti. Bir haşmet ve vakar içinde
mübârek Belde'ye giriyordu. Bir taraftan, Allah'ına
kendisine bu günü gösterdiğinden dolayı
hamdediyor, minnet ve şükrünü arzediyor, diğer
taraftan da fethi iki sene evvelinden haber verip müjdeleyen
"Ferih Sûresi"ni okuyordu. Bu kendileri için,
Ashabı için en mesûd, en sevinçli anlardan
biriydi.
Dillerde acı söz yok, kalbleri fetheden tatlı
tatlı sözler vardı. Simâlardan tebessümler
damlıyordu. Mücahidlerde büyük zaferlerin,
muhteşem fetihlerin verdiği kendini kaybediş yoktu.
Nefislerine, kalb, ruh ve dillerine hâkimiyet vardı.
Sa'd
bin Ubâde'nin Azledilmesi
Bir ara baş döndürücü
zaferin havasına gayr-ı ihtiyarî kendisini kaptıran
üçüncü kol kumandanı Hz. Sa'd bin Ubâde,
ağzından, "Bugün büyük savaş
günüdür. Kâbe'de vuruşmanın helâl
olacağı gündür!"560 diye bir söz
kaçırdı.
Durum, derhal Hz. Resûl-i Ekreme
bildirildi. Bu söz, Mekke'ye harpsiz, kan akıtılmaksızın
girmek isteyişin mânâ ve ruhuna zıddı.
Hemen sancağın Sa'd Hazretlerinden alınıp oğlu
Kays'a verilmesini emir buyurdular.561
Hâlid bin
Velid Koluna Taarruz
İslâm ordusu Peygamber
Efendimizin emri gereğince hiç kimseye kılıç
kaldırmadan edeb ve hürmet içinde Mekke'ye dalga
dalga giriyordu.
Ancak bu arada, Hâlid bin Velîd
Hazretlerinin kumandanlık ettiği kola bir taarruz oldu.
Taarruz İkrime bin Ebî Cehil, Safvan bin Ümeyye
gibilerle, topladıkları halktan bazıları
tarafından yapılmıştı.562
Hz. Hâlid,
önce karşılık vermek istemedi. Çünkü
emir bu meyandaydı. Ancak, müşriklerin saldırıyı
hızlandırıp mücahidleri ok yağmuruna
tuttuklarını görünce, vuruşmaya müsaade
etti. Müşrikler kaçmaya mecbur kaldılar.
Çarpışmada iki mücahid şehid düştü,
müşriklerden ise 13 kişi öldürüldü.
Durum, Hz. Resûl-i Ekrem tarafından öğrenildi.
Hz. Hâlid huzura çağrıldı. Müşriklerin
Müslümanlara saldırdıklarını,
mücahidlerin ise sadece kendilerini müdafaa etmek zorunda
kaldıklarını Hz. Hâlid'den öğrenince
"Allah'ın hüküm ve takdir ettiğinde hayır
vardır"563 buyurdular.
Bundan başka on bin kişilik
muazzam İslâm ordusu Mekke'ye girerken hiç bir
çarpışma olmadı ve Müslümanlar
silahlarını kullanmadılar.
Bu arada kanı heder
edilenlerden ve nerede görülürlerse görülsünler,
öldürüleceklerden bir kaç kişi ele
geçirildi ve öldürüldüler. Bunların
birkaçı önce Müslüman olup sonra da
irtidad eden kimselerdi. Abdullah bin Hatal, Mıkyes bin Subabe
bunların ikisi idi. Kanı heder edilip ele geçirildikten
sonra öldürülen diğerleri ise Hâris bin
Tuleytıla, Huveyris bin Nukayz ve Sâre idi. Bunların
hepsi Peygamberimiz henüz Mekke'de iken kendilerine en ağır
eziyet ve hakarette bulunan kimselerdi. Yakalanıp öldürülmeleri
emrolunan diğer müşrikler ise her biri başka
başka yerlere kaçmışlardı.
Peygamber
Efendimiz, Mekke'ye girer girmez halka emân verdiğini ilân
etti:
"Kim Ebû Süfyan'ın evine sığınırsa,
ona emân verilmiştir. Kim, elinden silahını
bırakırsa ona emân verilmiştir. Kim, evine
girer, kapısını kapatırsa ona da emân
verilmiştir."
Bunun üzerine müşriklerden
bir kısmı evlerine, diğer bir kısmı da Ebû
Süfyan'ın evine sığındı.
Peygamberimiz
Kâbe-i Muazzamada
On bini aşkın İslâm
ordusu Mekke'ye girmişti. Fakat Mekke sakin ve asûde bir
gün yaşıyordu. Herkes emniyet içinde
idi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Kasvâ'nın üzerinde,
terkisinde Üsâme bin Zeyd, sağında Hz. Ebû
Bekir, etrafında Muhacir ve Ensâr topluluğu olduğu
halde Kâbe-i Muazzamaya doğru ilerliyordu. Dâvâsını
ilâna başladığı ilk günden bu güne
kadar ve bu muzafferiyet sonunda hiç bir değişiklik
yoktu. Tek başına İslâm ve îmânı
tebliğ ederken de mütevazi, mahviyetkâr, affedici ve
merhametli idi, o gün de. Bir kaç kişinin gönlünde
yer tutmuşken nasıl alicenap, şefkatli, mütevazi
ve afüvkâr idiyse, şimdi on binlerin gönlünde
taht kurmuşken de yine bu vasıflarından zerre
kaybetmemişti.
İşte Efendimiz bu tevazû,
mahviyet ve Allah'a minnet ve şükran hisleriyle dolu bir
manzara içinde Hâremi Şerife girdi. Müslümanlar
da akın akın muazzam Mâbede doğru akıyorlardı.
Resûl-i Kibriyâ tekbir getirince, Müslümanlar
da hep bir ağızdan "Allahü Ekber!" diyerek
Mekke ufuklarını bu kudsî sada ile çınlattılar.
Bu ulvî sadaya, bu mübârek beldenin dağı,
taşı "Allahü Ekber! Allahü Ekber!"
diyerek karşılık veriyordu.
Kâbe'yi
Tavaf
Resûl-i Kibriyâ, binlerce Sahabî
arasında devesi Kasvâ'nın üzerinde Kâbe'yi
tavafa başladı. Peşini Ashab-ı Kiram takib etti.
Tavafın her devresinde ellerindeki değnekle Hacerü'l-Esvede
işâret ederek onu istilâm ediyordu.564
Tavafın
yedinci devresinden sonra Kasvâ'dan indi. Makam-ı
İbrahim'e varıp orada iki rekât namaz kıldı.
Sonra da Zemzem Kuyusuna vararak ondan hem su içti, hem de
abdest aldı. Bunu Safâ Tepesine çıkışları
takib etti. Oradan etrafa baktı ve kendisine bu muazzam günü
gösteren Yüce Allah'a bir kere daha minnet ve şükranlarını
takdim etti.
Bu sırada Medineli Müslümanlardan
bazılarının iç âleminde bir endişe
uyandı. Bu endişeyi, "Cenâb-ı Hak, Resûlüne
yurdunun fethini nasib etti. Artık burada oturur kalırlar
mı dersiniz" diyerek izhar ettiler.
Duâsını
bitiren Fâhr-i Âlem Efendimiz, ne konuştuklarını
sordu.
Onlar, "Bir şey yok yâ Resûlallah"
dediler.
Sorusunu bir kaç sefer tekrarlayıp aynı
cevabı alan Peygamber Efendimize, o sırada vahiy ile
Ensarın konuştukları haber verildi. Bunun üzerine,
"Ben sizin söylediğiniz şeyden Allah'a sığınırım!
Bilin ki, benim hayatım sizin hayatınızla, ölümüm
de sizin ölümünüzledir"565 buyurdular.
Bu
hitap karşısında Ensar gözyaşları
arasında Fahr-i Kâinatın çevresinde toplanıp
gönlünü almaya çalıştılar:
"Vallahi"
dediler, "biz bunları, Allah ve Resûlüne olan
muhabbetimizden dolayı söylemiştik, başka bir
maksatla değil."566
Peygamber Efendimiz (a.s.m.) ve
Müslümanların Kâbe'yi tavaf ettikleri bir
sıradaydı.
Ebû Süfyan da Mescid-i Haramın
bir köşesinde oturup düşünceye dalmıştı.
Şeytan zihnini kurcalıyor ve bir takım sinsi
vesveseler telkin ediyordu. Resûl-i Ekrem önünden her
geçtikçe o, "Acaba bir asker toplasam, şu
adamla (!) bir daha çarpışsam, ne olur?" diye
içinden geçiriyordu.
Tam bu sırada Resûl-i
Kibriyâ Efendimiz, gelip başucuna dikildi ve "O zaman
da yine Allah seni hâkir eder" buyurdu.
Ebû
Süfyan, şimşek gibi çakan bu söz
karşısında daldığı derin düşünceden
sıyrıldı. Başını kaldırıp
baktığında Peygamber Efendimizi yanıbaşında
gördü. Şaşırdı, titredi. Sonra da
Allah'a tevbe ve istiğfarda bulunarak, "Vallahi sen
Resûlullahsın" dedi.567
Fadale bin Umeyr ise,
Peygamberimizi tavaf sırasında öldürmek niyetiyle
gözlüyordu. Bir ara bu niyete fazlasıyla yaklaşan
Fadale'ye Resûl-i Ekrem âniden dönüp, "Sen
Fadale misin?" diye sordu.
Fadale, şaşkınlık
içinde, "Evet, Yâ Resûlallah" dedi.
Peygamberimiz, "İçinden ne geçiriyor, ne
düşünüyorsun?" dedi.
Fadale, "Hiçbir
şey düşünmüyor, Allah'ı anmakla meşgul
bulunuyordum" diye cevap verince Resûl-i Ekrem, "Allah'tan
af ve mağfiret dile ey Fadale!" dedi. Sonra da elini
Fadale'nin göğsüne koyarak onun için duâ
etti.
Bu mucize karşısında Fadale kötü
niyetinden vazgeçti ve yumuşayan kalbiyle birlikte îmânı
da karar kıldı. Resûl-i Kibriyânın bir tek
nuranî tebessümü düşmanlıkları
dostluklara dönüşüyor, katı kalbleri balmumu
gibi yumuşatıyordu.
Fadale, o ânı şöyle
tasvir eder:
"Vallahi, göğsümden elini
kaldırdığı zaman, bana ondan daha sevimli ve
sevgili bir şey yoktu."568
Putların
Yıkılışı
Kureyş müşrikleri,
Kâbe'nin çevresine üç yüz altmış
put dikmişlerdi. Bu putlar, kurşunla yerlerine perçinlenmiş
bulunuyordu.569
Tebliğ ettiği Tevhid inancı ile
akıl, ruh ve kalblerdeki putları yıkıp, binlerce
insanı getirdiği nûrun etrafında pervane gibi
döndüren Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, şimdi
de Tevhid inancına uygun binâ edilmiş olan Kâbe'yi
asliyetine kavuşturmak için putlardan temizlemeye
başlıyordu.
Elindeki asâ ile o putlara birer birer
işâret ederek, "Hak geldi, bâtıl zâil
oldu. Muhakkak ki bâtıl yok olup gidicidir"570
âyetini okudu. İşareti alan her put yere düştü.
Putun yüzüne işaret ettiyse arkasına düşer,
arkasına işaret ettiyse, yüz üstüne düşerdi.
Böylece Kâbe içinde ve çevresinde yere
yuvarlanmayan hiç bir put kalmadı.571
Kâbe'de
Ezan
Öğle namazı vakti girmişti.
Nebiy-yi
Ekrem Efendimizin emriyle, Hz. Bilâl, Kâbe'nin üzerine
çıkarak ezan okumaya başladı. Îmânlı
gönüllerde bir sevinç, bir canlılık,
îmânsız gönüllerde ise üzüntü
ve yıkılış vardı. Seneler önce boynuna
ip takıp sokak sokak dolaştırdıkları, akla
gelmedik eziyet ve işkencelere maruz bıraktıkları
köle Hz. Bilâl, şimdi Kâbe'nin üzerinde
gür sesiyle şirk ehlini çatlatırcasına
Tevhidi ilân ediyordu. Onunla beraber âdeta dağ taş
da "Tehvid-i İlâhî"yi kendilerine mahsus
dillerle haykırıyorlardı.
Bu müstesna manzara
karşısında azılı müşrikler
kahroluyorlardı. O sırada Kureyş reislerinden Ebû
Süfyan, Attab bin Esid ve Hâris ibni Hişâm
aralarında konuştular.
Attab, "Pederim Esid
bahtiyar idi ki, bu günü görmedi!" dedi.
Hâris,
"Muhammed, bu siyah kargadan başka adam bulamadı mı
ki, bunu müezzin yaptı" diye konuşarak Hz. Bilâli
Habeşî'den tahkirle söz etti:
Ebû Süfyan
ise ağzından tek kelime çıkarmadı. "Ben,
korkarım, bir şey demeyeceğim. Kimse olmasa bile, şu
ayağımızın altındaki kumlar ve taşlar
ona haber verir, o da bilir,"572 dedi.
Gerçekten de az
sonra Peygamberimiz onlarla karşılaştı ve
konuştuklarını harfiyyen söyledi. O vakit, Attab
ve Hâris şehâdet getirip Müslüman
oldular.573
Ebû Süfyan ise, "Yâ Resûlallah!
İyi ki, ben bir şey söylemedim" dedi. Resûl-i
Ekrem Efendimiz bu söze tebessüm buyurdular.
Bütün
bu olup bitenler, Mekke halkı üzerinde derin tesir
bırakıyordu. Gönüllerini İslâma
ısındırıyor, Hz. Resûlullah ve Ashab-ı
Kirama besledikleri kin ve adâvetlerinin erimesine sebep
oluyordu.
Peygamberimizin Kâbe'ye Girmesi
Resûl-i
Ekrem, Osman bin Talhâ'ya haber göndererek Kâbe'nin
anahtarını getirmesini emretti. Annesinin, anahtarı
vermemek hususundaki şiddetli ısrarına rağmen
Osman bin Talha anahtarı alıp getirdi.
Kâinatın
Efendisi yanında Hz. Bilâl, Üsâme bin Zeyd ve
Osman bin Talha (r.a. ) olduğu halde Kâbe'ye girdi.574
İçerdeki suret ve putların temizlenmesi için
daha önce emir buyurmuşlardı. Ancak henüz
onlardan eser vardı. Bir emirle bu izlerin de silinip her
tarafın tertemiz edilmesini istedi.
Bir müddet Kâbe'nin
içinde kaldıktan sonra, dışarı çıktı.
O sırada hemen hemen bütün Mekke halkı Mescid-i
Haramın etrafında toplanmış, haklarında
verilecek hükmü merakla bekliyorlardı.
Acaba,
Resûl-i Kibriyâ, onların kendisine revâ
gördükleri gibi yüzlerine işkembe mi atacaktı?
Yollarına dikenler döküp üzerinden mi
yürütecekti? Onlara, akla gelmez eziyet ve hakaretlerde mi
bulunacaktı? Onların Sahabîlerine yaptıkları
gibi boğazlarına ip takıp sokak sokak mı
dolaştıracaktı? Kızgın kumların üzerine
yatırıp onlara işkence mi yapacaktı? onları
aç susuz mu bırakacaktı? Yurtlarından mı
çıkaracaktı?
Hayır, kâinatın
vücud bulmasına sebep olan ve âlemlere rahmet olarak
gönderilmiş bulunan o şanlı Resûl, bunların
hiç birini yapmadı.
Fetih Hutbesi
Resûl-i
Ekrem Efendimiz, Kâbe-i Muazzamanın kapısında
durdu. Mübârek yüzünde beliren tadı
tebessümleriyle halka bakıyordu. Allah'a hamd ve senâdan
sonra şu hutbeyi irad etti:
"Allah'tan başka ilâh
yoktur. Yalnız O vardır. Onun şeriki yoktur.
"O,
va'dini yerine getirdi, kuluna yardım etti, aleyhinde toplanan
düşmanları tek başına perişan
etti.
"Bilmelisiniz ki, Cahiliyye Devrine âit olup,
iftihar vesilesi yapıla gelinen her şey; kan, mâl
dâvâları, bunların hepsi bugün, şu
ayaklarımın altında kalmış, ortadan
kaldırılmıştır.
"Bütün
insanlar Âdem'den (a.s.), Âdem de topraktan
yaratılmıştır. Allah buyuruyor ki: 'Ey insanlar!
Sizi, bir erkekle bir dişiden yarattık; sonra da,
birbirinizi tanıyıp kaynaşasınız ve
aranızdaki münâsebetleri bilesiniz diye sizi
milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah katında en
şerefliniz, Ondan en çok korkanınızdır.
Muhakkak ki Allah herşeyi hakkıyla bilir, herşeyden
hakkıyla haberdardır." (Hucurat Sûresi, 13
)575
Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.), bu hitabesinden
sonra, halka, "Ey Kureyş topluluğu! Şimdi
hakkınızda benim ne yapacağımı tahmin
edersiniz?" diye sordu.
Kureyşliler, "Sen kerem ve
iyilik sahibi bir kardeşsin! Kerem ve iyilik sahibi bir kardeş
oğlusun! Ancak bize hayır ve iyilik yapacağına
inanırız" dediler.
Bunun üzerine Âlemlere
rahmet olarak gönderilen Resûl-i Kibriyâ Efendimiz
şöyle konuştu:
"Benim halimle sizin haliniz,
Yusuf'la (a.s.) kardeşlerinin hali gibidir.*
"Yusuf un
(a.s.) kardeşlerine dediği gibi ben de sizlere
diyorum:
"Bugün sizin için bir kınama
yoktur! Allah, sizi affetsin. O, merhamet edenlerin en
merhametlisidir.'576 Gidiniz, sizler serbestsiniz"577
Affedişlerin
en makbulü, muktedirken affetmek, iyiliklerin en güzeli
ise, kötülüklere karşı yapılarıdır.
Merhametlerin en üstünü kendisine acımayanlara
acımak, şefkat etmek ve merhamette bulunmaktır. İşte
Kâinatın Efendisi bunu yapıyordu. Çünkü,
O, Cenâb-ı Haktan dersini şöyle
almıştı:
"Kolaylık göster, affa
sarıl, iyiliği tavsiye et, câhillerden de yüz
çevir."578
Fetihten Sonra Hicretin
Kaldırılması
Mekke'nin fethedildiği
gündü.
Abdurrahman bin Safvan, babasını alıp
Resûl-i Ekrem Efendimizin huzuruna getirdi. "Yâ
Resûlallah, babam hicret etmek üzere bîat edecektir"
dedi.
Peygamberimiz, "Mekke'nin fethinden sonra artık
hicret kalkmıştır" buyurdu.
Ne var ki,
Abdurrahman, babasının muhacir vasfının manevî
mükâfatından nasibdar olmasını istiyordu.
Bunun için gidip Peygamber Efendimizin çok sevdiği
ve hatırını saydığı amcası Hz.
Abbas'a başvurdu. Bu hususta şefaatçı olmasını
istedi.
Abdurrahman'ın ricasını kabul eden Hz.
Abbas, "Yâ Resûlallah! Sen benimle filân
arasındaki dostluğu biliyorsun, babasını hicret
bîatı yapmak üzere size getirmiş, kabul
buyurmamışsınız" dedi.
Arabistan
müşriklerinin yegâne kalesi olan Mekke artık
fethedilmişti. İslâmiyet bununla büyük bir
kuvvet kazanmıştı. Müslümanlar da dinlerini
istediği gibi, istedikleri yerde yaşama durumunu elde
etmişlerdi. Bu sebeple Peygamber Efendimiz "hicret
müessesesi"ni kaldırmaya karar vermişti.
Bundandır ki, çok sevdiği ve fazlasıyla hürmet
duyduğu amcasının bu arzusuna da müsbet cevap
vermedi ve "Hicret için bîat yapmak artık
yoktur" buyurdu.579
Resûl-i Ekrem Efendimizin (a.s.m.)
kaldırdığı hicret, İslâmın
serbestçe yaşanabildiği, ahalisi Müslüman
olan bir beldeden İslâmın bir başka beldesine
hicretti. Daha hususi mânâsıyla, Peygamber
Efendimizin sağlığında Mekke-i Mükerreme ve
çevresinden, Medine-i Münevvere'ye olan
hicretti.580
Peygamberimizin İkinci Hutbesi
Resûl-i
Ekrem Efendimiz, fethin ikinci günü, öğle
namazından sonra Kâbe kapısı merdivenine çıkıp,
arkası Kâbe'ye dayalı bir halde Allah'a hamd ve
senâda bulunduktan sonra halka şöyle hitap etti:
"Ey
insanlar!
"Şüphesiz Allah göklerle yeri, güneş
ile ayı yarattığı gün Mekke'yi haram ve
dokunulmaz kılmıştır. Kıyamet gününe
kadar da haram ve dokunulmaz olarak kalacaktır.
"Allah'a
ve âhiret gününe inanan kimse için, Mekke
Hareminde kan dökmek, ağaç kesmek helâl
olmaz!
"Mekke'de kan dökmek benden önce hiç
bir kimseye helâl olmadığı gibi, benden sonra da
hiç bir kimseye helâl olmayacaktır!
"Bu
söylediklerimi burada dinleyenler, hazır bulunanlara
duyursun!
...
"Şu bulunduğum andan itibaren kim
öldürülürse, öldürülenin âilesi
için şu iki şeyden birini tercih etmek hakkı
vardır:
"Yâ öldürülenin kısas
olarak öldürülmesini, ya da öldürülenin
diyetini, kan bedelini ister.
"Muhakkak ki, insanların
Cenâb-ı Hakka karşı en hürmetsizi, en
taşkını ve azgını; Allah'ın Hareminde
adam öldüren, yahut kendi katilinden başkasını
öldüren, veya Cahiliyye intikamını almak için
adam öldürendir."
"İslâmda, insanın
babasından veya baba tarafından akrabasından başkasına
intisab etmesi diye bir şey yoktur.
"Doğan çocuk
döşeğin sahibine aittir. İddiasını
ispatlamak için delil getirmek dâvâcıya,
inkâr edene düşer!
"İslâmiyette,
ne câhiliyyet andlaşması vardır, ne de fetihten
sonra hicret. Fakat, cihad ve cihada niyet vardır. Müslüman,
Müslümanın kardeşidir. Bütün
Müslümanlar kardeştirler.
"Müslümanlar
kendilerinden olmayanlara (düşmanlara) karşı bir
tek eldirler, elbirliği ile hareket ederler.
...
"Müslümanların
kanları birbirine eşittir. Zimmetlerini onların en
hafifleri, en uzaktakileri bile yerine getirme gayretini
gösterirler.
"İyi bilmelisiniz ki, ne bir kâfir
için bir mü'min, bir Müslüman öldürülür,
ne de onlardan taahhüd sahibi olanlar, taahhüdlerinden
dolayı harbî olan kâfirler için
öldürülürler.
"İslâmda,
değiş-tokuş yoluyla mehirsiz evlenme yoktur.
"Kadın,
ne halasının, ne de teyzesinin üzerine nikâhlanıp
bir araya getirilebilir. Kocasının izni olmadıkça,
kadının onun malından bir şey dağıtması,
vermesi helâl ve câiz değildir.
"Kadın,
yanında bir mahremi bulunmadıkça üç
günlük yola gidemez.
"İyi biliniz ki, vâris
için vâsiyete lüzum yoktur. ayrı din sahipleri
birbirlerine vâris olamazlar.
"Parmakların her
birisinde diyet, onar devedir.
"Kemiği görünen
derin yaralardan herbirisinde diyet beşer devedir.
"Sabah
namazı kılındıktan sonra güneş
doğuncaya kadar bir başka namaz kılınmaz.
"İkindi
namazından sonra güneş batıncaya kadar da bir
başka namaz kılınmaz.
"Sizi iki günün
orucundan nehyederim: Biri Kurban Bayramı günü, diğeri
de Ramazan Bayramı günü orucudur.
"Ben, size
ancak anlayacağınız, tutacağınız yolu
gösterdim."581
Resûl-i Ekrem, Fetih Hutbesinde
Sikâye ve Hicâbe hizmetleri dışında kalan,
Cahiliyye Devrine âit bütün iş, muâmele ve
dâvâların ortadan kaldırıldığını
beyan buyurmuştu.
Hacılara su dağıtma vazifesi
olan Sikâye, o sırada Peygamberimizin amcası Hz.
Abbas'ın uhdesinde idi.
Kâbe'ye hizmet vazifesi olan
Hicâbe ise, Osman bin Talhâ'da bulunuyordu.
Hz. Abbas,
Peygamberimize müracaat ederek bu iki vazifenin de kendilerine
verilmesini istedi. Ancak, Resûl-i Ekrem, eskiden olduğu
gibi sadece Sikâye vazifesinin kendilerinde kalmasını
uygun gördü.
Resûl-i Kibriyâ, Kâbe'nin
anahtarını elinde tutuyordu. Bir çok Müslüman
bu şerefli vazifeyi üzerine almak arzusunu taşıyordu.
Fakat Efendimiz, Osman bin Talhâ'yı huzuruna çağırdı
ve "Muhakkak ki Allah size emânetleri ehline vermenizi ve
insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adâletle
hükmetmenizi emreder." (Nisâ Sûresi, 58) âyet-i
kerimesini okuduktan sonra, "Ey Osman! İşte anahtarın
al! Bugün iyilik ve ahde vefâ günüdür!"582
dedi ve Kâbe'nin anahtarını yine ona teslim etti.*
Osman bin Talhâ anahtarı alıp giderken Resûl-i
Ekrem, "Sana zamanında söylemiş olduğum şey,
vuku bulmadı mı?" diye sordu.
Hz. Osman bin Talhâ
aralarında geçen hâdiseyi hatırlayarak
Resûlullahı tasdik etti."Evet, şehâdet
ederim ki, sen, şüphesiz Allah'ın
Resûlüsün."583
Peygamber Efendimizin, Osman
bin Talhâ'ya hatırlatmak istediği hâdise
şuydu:
Hicretten önceydi. Osman bin Talhâ henüz
Müslüman olmamıştı. Peygamberimiz bir gün
Kâbe'ye girmek istemiş, fakat Osman bin Talhâ buna
mâni olmuştu. Mâni olmakla kalmamış,
Efendimize kaba, katı ve nâhoş davranmıştı.
Resûl-i Ekrem ise, bundan dolayı asla hiddete kapılmamış
ve istikbâl semâlarına İslâmın gür
sedasının pek yakında hâkim olacağını
görür gibi sükûnet ve mülayim bir edâ
ile, "Ey Osman" demişti. "Ümit ederim ki,
bir gün gelecek sen, beni bu anahtarı elde etmiş ve
istediğim yere koymakta, arzu ettiğim kimseye vermekte
serbest olacağım bir mevkiide bulursun."
Osman bin
Talhâ, "O zaman Kureyş müşrikleri kuvvetten
düşmüş, yok olmuş demektir" cevabını
verince de, Peygamberimiz, "Hayır, ey Osman! Asıl o
gün Kureyş hakiki kuvvet ve şerefe kavuşacaktır!"584
buyurmuştu.
Mekkelilerin Peygamberimize Bîatı
Resûl-i
Kibriyâ Efendimiz, umumî af ilân ettikten sonra,
Safâ Tepesine çıkıp orada Kureyşlilerin
bîatını kabul etti. Seneler önce, aynı
tepede peygamberliğini açıktan ilân edip
muhalefetle karşılanırken, şimdi aynı tepe
üzerinde aynı kimselerden İslâmiyet üzere
bîat alıyordu.
Erkeklerin Allah'a îmân,
Allah'tan başka ilâh bulunmadığına ve
Muhammed'in (a.s.m.) Onun kulu ve Resûlü olduğuna
şehâdet ederek İslâmiyet ve cihad üzerine
yaptıkları bîatı, kadınların bîatı
takib etti.
Kadınlar şu hususlar üzerine
peygamberimize bîat ettiler:
1.Allah'a hiçbir
zaman ortak koşmamak,
2.Hırsızlık
yapmamak,
3.Kız çocuklarını
öldürmemek,
4.Zinâ etmemek, iffetini
korumak,
5. Herhangi bir iyilik hususunda Allah Resûlüne
isyân etmemek.585
Kadınlar tâifesinin başında
Hz. Ali'nin hemşiresi Hz. Ümmühanî, Âs bin
Ümeyye'nin kızı Ümmü Habîb, Attab İbni
Esîd'in halaları Erva, Ebû Âs'ın kızı
Ârikâ, Hâris bin Hişâm'ın kızı
ve Ebû Cehil'in oğlu İkrime'nin karısı Ümmü
Hakîm, Hâlid bin Velid'in kızkardeşi Fâhita
gibi Kureyş kadınlarının meşhurları
bulunuyordu. Aralarında Resûl-i Ekremin haklarında
nerede görülürlerse görülsünler,
öldürülsünler buyurduklarından biri olan Ebû
Süfyan'ın karısı Hind de vardı. Tanınmamak
için kıyafet değiştirerek kadınlar arasına
katılmıştı. Geçmişte, Peygamberimiz
ve Müslümanlara karşı giriştiği
hareketlerden pişmanlık duyar bir hali vardı. Yaptığı
her şeye rağmen Kâinatın Efendisi İslâmiyetle
şereflendiğini duyduğu Hind'i affetti ve onun da
bîatını kabul etti.
Saadete kavuşan insan,
sevdiklerinin de kendisiyle aynı saadet lezzetini paylaşmasını
gönülden arzu eder. Bu, insanoğlunun fıtratında
varolan bir duygudur.
Hz. Ebû Bekir, îmân edip
bu saadeti yaşayanlardan biri idi. Ama babası Ebû
Kuhâfe henüz bu saadetten mahrumdu. Mesûd oğul,
babasının bu nimeti, bu huzur ve saadet lezzetini
kendisiyle paylaşmasını istiyordu. Bu maksada elinden
tutarak onu Peygamber Efendimizin huzuruna getirdi.
"Beni
Rabbim terbiye etti, o ne güzel bir terbiyecidir" buyurarak
Cenâb-ı Hakkın müstesna terbiyesi altında
ahlâken kemâle erdiğini ifade eden Nebiy-yi Muhterem
Efendimiz, Hz. Ebû Bekir'in ihtiyar babasını alıp
yanına getirmesinden müteessir oldu ve "İhtiyara,
getirme zahmeti vermeseydin de, onu evinde ziyâret etseydik
olmaz mıydı?" buyurarak nezâket ve tevazuunu
izhar etti.
İlâhî terbiye ile yetişen
kaynaktan ders alan Hz. Ebû Bekir ise, "Yâ
Resûlallah! Senin onun yanına gitmenden, onun senin yanına
gelmesi daha muvafıktır" dedi.
Bu kısa
konuşmadan sonra Peygamberimiz, mübârek ellerini âmâ
Ebû Kuhâfe'nin göğsüne koyup sığadıktan
sonra, "Müslüman ol, ey Ebû Kuhâfe"
dedi.
Bu söze muhatab olan Ebû Kuhâfe derhal
Müslüman olup oğlunun saadetine saadet
kattı.586
İslâmın amansız düşmanlarından
Ebû Süfyan'ın karısı Utbe kızı
Hind'in affedilmesi, nerde görülürse görülsünler,
öldürülecekler listesine alınanlar için
bir ümit kapısı açtı. Vakit geçirmeden
onlar da bu ümit kapısından girerek İslâmiyetle
şereflendiler. Hz. Resûlullahın geniş affına
uğradılar. İkrime bin Ebî Cehil, Abdullah bin
Ebî Sarh, Safvan bin Ümeyye, Süheyl bin Amr, Hz.
Hamza'nın katili Vahşî, şâir Abdullah bin
Zeb'ârî, Hâris bin Hişâm, Enes bin
Züneym bunlar arasında yer alıyorlardı. Dünya
tarihinde acaba, en amansız düşmanlarına karşı
böylesine lütufkâr ve merhametli davranıp onları
affeden onlara kalbinde yer verip safına alan bir başka
şahsiyete rastlanabilir mi?
Mekke artık fethedilmişti.
Yüzlerde, gönüllerde sevinç vardı. Şehirde
müstesnâ bir bayram havasının neşesi
hâkimdi.
Bu sırada bir bedevînin Peygamberimizin
yanına yaklaştığı görüldü.
Bir peygamberin karşısında bulunmanın verdiği
heyecan ve haşyet altında bedevî tir tir
titriyordu.
Durumu fark eden Resûl-i Kibriyâ, "Ne
oluyor sana, kendine gelsene! Ben, bir hükümdar değilim.
Ben, güneşte kurutulmuş et parçaları
yiyerek geçinmiş olan Kureyşli bir kadının
oğluyum"587 buyurdu.
Bu sözleriyle Peygamber
Efendimiz, eşsiz bir tevazu örneği veriyordu. O,
hükümdar bir peygamber olmakla, kul bir peygamber olmak
arasında muhayyer bırakıldığında da
"kul bir peygamber" olmayı tercih etmişti.588
Gönül
deryasında hâkim olan her zaman tevazû idi. Resûl-i
Kibriyânın bu mübârek sözlerine muhatab
olan bedevî, rahatladı ve titremesi geçti.
Mekke
fethedilmişti. Resûl-i Ekrem ise henüz bu mübârek
beldeden ayrılmamıştı.
Her nasılsa
Mahzumoğulları Kabilesinden Fâtıma binti Esved
adındaki kadın bir hırsızlık yapmıştı.
Kadın itibarlı ve soylu idi ve Kureyş yanında da
hatırı sayılıyordu.
Haliyle Peygamberimizin bu
durumdan haberi oldu. Hırsızlıkta bulunanın
elinin kesileceğini herkes biliyordu. Ama düşünüyorlar
ve birbirlerine soruyorlardı: "Yüksek mevkiye sahip bu
kadının eli nasıl kesilebilir?"
Âile
halkı, Fâtıma'nın elini kesmeden kurtarmak için
bir ümit ışığı arıyorlardı.
Birinin Hz. Resûlullah katında şefaatçı
olmasını istiyorlardı. Ne var ki, kimse buna cesaret
edemiyordu.
Sonunda Üsâme bin Zeyd Hazretleri bu
vazifeyi üzerine aldı. Üsâme, Peygamberimiz
tarafından fazlasıyla sevilen bir Sahabî idi. Bu
sevgiye güvenmiş olacak ki, bu görevi üzerine
almaya yanaşmıştı.
Hz. Üsâme,
kadının affedilmesini dileyince Resûl-i Ekrem
Efendimizin rengi birdenbire değişti.
"Sen,
kötülüğün önüne geçmek için
Allah'ın koymuş olduğu cezalardan bir cezanın
affedilmesi hakkında mı benimle konuşuyorsun?"
diye buyurdu.
Hz. Üsâme, üzgün bir edâ
içinde, "Yâ Resûlallah! Bu uygun olmayan
hareketimden dolayı Allah'tan affım için duâ
et!" dedi.
Hz. Üsâme'ye dersini veren Peygamber
Efendimiz (a.s.m.), akşam olunca da, ayağa kalktı ve
Allah'a hamd ve senâda bulunduktan sonra halka dersini şöyle
verdi:
"Sizden evvelkileri şu davranışları
mahvetmiştir: Onlar, asil, soylu birisi hırsızlık
yaptığı zaman onu serbest bırakırlardı.
Zâif, güçsüz birisi hırsızlık
edince de ona hemen ceza verirlerdi.
"Muhammed'in varlığı
kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki; Fâtıma binti
Muhammed, hırsızlık edecek olsaydı, muhakkak onun
da elini keserdim!"
Bundan sonra kadının elinin
kesilmesini emretti. Kadının eli bu emir üzerine
derhal kesildi.
Kadın da güzelce tevbe etti ve evlendi.
Ondan sonra sık sık Hz. Âişe'nin yanına
gelir giderdi.589
Bu davranışıyla Peygamber
Efendimiz, milletlerin bekası için vazgeçilmez bir
şart olan adaletin eşsiz bir örneğini
sergiliyordu.
Mekke Çevresinin Putlardan
Temizlenişi
Peygamber Efendimiz, Kâbe ve Mekke'nin
içini putlardan temizlediği gibi, şehrin etrafındaki
putları da yok etmek istiyordu.
Bu maksatla Hz. Hâlid
bin Velid'i otuz kişilik bir birlikle Nahle mevkiine bulunan
Uzzâ putunu yıkıp parçalamaya gönderdi.
Kureyş yanında en büyük put sayılan Uzzâ'yı
Hz. Hâlid emir gereği gidip yıktı.590
Efendimiz,
Müşellel adındaki dağın tepesinde bulunan
Menât putunu yıkmak için de Sa'd bin Zeyd
el-Eşhel'i gönderdi. Menât; Evs ve Hazreç
kabilelerinin putu idi. Emri alan Sa'd bin Zeyd beraberindeki
Müslümanlarla giderek Menât'ı yıkıp
geri döndü.
Yine müşriklerin taptıkları
meşhur putlardan biri de Süva' idi. Bu put, Mekke'ye üç
mil uzaklıkta bir yerde bulunuyordu. Kinâneoğulları,
Hüzeyliler ve Müzeynelerin bu putunu yıkmak için
Resûl-i Ekrem, Amr bin Âs Hazretlerini gönderdi.
Amr, verilen vazifeyi yerine getirerek Mekke'ye geri
döndü.591
Mekke'nin fethi ile böylece, hem
Mekke'nin içi dışı putlardan temizlendi, hem de
Kureyşin gönlü şirkten, Tevhid nuruyla tertemiz
hale geldi.
498. Âl-i İmrân Sûresi,
96.
499. Sîre, 3:332; Müsned, 4:325.
500. Sîre,
3:332; Megazî, 2:612.
501. Megazî, 2:783.
502.
İnsanü'l-Uyûn, 3:4.
503. Sîre, 4:32;
Uyunü'l-Eser, 2:164.
504. Sîre, 4:36-37; Taberî,
3:111.
505. Sîre, 4:37; Uyunü'l-Eser, 2:165.
506.
Megazî, 2:786.
507. A.g.e., 2:791.
508. Sîre, 4:37;
İnsanü'l-Uyûn, 3:6.
509. Sîre, 4:38.
510.
İnsanü'l-Uyûn, 3:7.
511. Sîre, 4:38; ibn-i
Kesîr, Sîre, 3:532; Taberî, 3:112.
512. Sîre,
4:38; Taberî, 3:112; İnsanü'l-Uyûn, 3:7.
513.
Sîre, 4:38; Taberî, 3:112.
514. İnsanü'l-Uyûn,
3:7.
515. Sîre, 4:38; Taberî, 3:112; Uyunü'l-Eser,
2:166.
516. Sîre, 4:39; ibn-i Kesîr, Sîre,
3:533.
517. Sîre, 4:39; Tabakât, 2:134; Taberî,
3:113.
518. Sîre, 4:39; Taberî, 3:113.
519. Sîre,
4:39-40.
520. Tabakât, 2:133; İnsanü'l-Uyûn,
3:207.
521. Sîre, 4:39.
522. Megazî, 2:799.
523.
Sîre, 4:42; Tabakât, 2:135.
524. Sîre,
4:42.
525. Müslim, 4:1941; Sünen, 5:409.
526. Sîre,
4:41; Taberî, 3:114.
527. Sîre, 4:40; Müslim,
4:1941.
528. Sîre, 4:41; Müsned, 1:80; Müslim,
4:1941; Taberî, 3:114.
529. Müsned, 1:105.
530.
Müsned, 1:105.
531. Mümtehine Süresi, 1.
532.
Sîre, 4:42; Taberî, 3:114.
533. Sîre, 4:42;
Tabakât, 2:139; Buharî, 5:90.
534. Sîre,
4:42.
535. Tabakât, 4:49-50.
536. Sîre, 4:43;
Taberî, 3:114.
537. Megazî, 2:819.
538. Sîre,
4:42.
539. Tabakât, 2:135.
540. A.g.e., 1:126; Müslim,
3:1621.
541. Tabakât, 1:126; Müslim, 3:1621.
*
Peygamber Efendimizin (a.s.m.) koyun gütmesi ile ilgili biraz
daha geniş bilgi için lütfen eserimizin birinci
cildinin 74-76 sayfalarına bakınız.
542. Sîre,
4:42; Tabakât, 2:135; Taberî, 3:114.
543. Sîre,
4:45; Taberî, 3:116.
544. Taberî, 3:116.
545. Sîre,
4:46; Taberî, 3:116; İnsanü'l-Uyûn, 3:18.
546.
Sîre, 4:45-46; Taberî, 3:116; İnsanü'l-Uyûn,
3:18-19.
547. Sîre, 4:46; Taberî, 3:116; ibn-i Kesîr,
Sîre, 3:552; İnsanü'l-Uyûn, 3:18.
548. İbn-i
Kesîr, Sîre, 3:552.
549. Sîre, 4:46.
550.
A.g.e., 4:47.
551. Sîre, 4:47; Tabakât, 2:135.
552.
Taberî, 3:117.
553. Sîre, 4:47; Taberî,
3:117.
554. Sîre, 4:47; Uyunü'l-Eser, 2:170.
555.
Sîre, 4:47; Uyunü'l-Eser, 2:182.
556. Şifâ,
1:265.
557. Sîre, 4:49.
558. A.g.e., 4:51.
559.
Tabakât, 2:136.
560. Buharî, 3:61.
561. Tabakât,
2:135.
562. Sîre, 4:50.
563. Tabakât, 2:136.
564.
Sîre, 4:54.
565. A.g.e., 4:59; Müslim, 3:1408.
566.
Müslim, 3:1408.
567. İbn-i Kesîr, Sîre,
3:576.
568. Sîre, 4:59; Uyunü'l-Eser, 2:180.
569.
Buharî,
http://www.diyanet.gov.tr/yayin/basiliyayin/yweboku.asp?sayfa=30&yid=1
[ MEKKE'NİN FETHİ ]
"Biz sana apaçık bir fetih ve zafer sağladık. (el-Feth Sûresi, 1)
a) Hudeybiye Muâhedesinin Bozulması
Hudeybiye Barış Anlaşması, Müslümanlarla Kureyş arasında yapılmıştı. Anlaşma şartlarına göre, diğer Arap kabîleleri, iki taraftan birinin himâyesine girmekte, anlaşıp birleşmekte serbesttiler. Buna göre, Huzâa kabîlesi, Müslümanların Benî Bekir (Bekir oğulları) kabîlesi de Kureyş'in himâyesine girmişti.
Hicretin 8'inci yılı Şaban ayında, Benî Bekir kabîlesi, Peygamberimizin himâyesinde bulunan Huzâa kabîlesine ansızın bir gece baskını yaptı. Esâsen iki kabîle arasında öteden beri düşmanlık vardı. Bu baskında Benî Bekir, Kureyşten yardım ve teşvik görmüş, hatta İkrime, Safvân ve Süheyl.. gibi ileri gelen bir kısım Kureyş gençleri baskında bizzat bulunmuşlardı. Baskın sonunda Huzâalılardan 23 kişi ölmüş, sağ kalanlar Harem-i Şerîf'e sığınarak kurtulabilmişlerdi.
Bu olay üzerine Huzâalılar, 40 kişilik bir heyetle Medine'ye geldiler. Rasûlüllah (s.a.s.)'a durumu anlatıp yardımını istediler.
Huzâalılarla Müslümanlar arasında ötedenberi dostluk vardı. Bu dostluğun temeli, İslâm'dan öncesine kadar uzanıyordu. Bu sebeple Huzâalılar, Müslümanlarla ilgili, Mekke'de olup biten her şeyi Rasûlüllah (s.a.s.)'a gizlice bildirirlerdi. Hendek Savaşı hazırlığını da onlar haber vermişlerdi.
Huzâa kabilesine yapılanlardan, Rasûlüllah (s.a.s.) son derece üzüldü. Kendilerine yardım edeceğini va'detti. Kureyş'e derhal bir elçi göndererek:
Öldürülen Huzâalılardan diyetlerinin ödenmesini, veya
Benî Bekir Kabîlesinin himâyesinden vazgeçilmesini istedi.
İki şarttan biri kabûl edilmediği takdirde, Hudeybiye Anlaşmasının bozulmuş sayılacağını, bildirdi.
Kureyşliler, ilk iki şartı kabûl etmeyip Hudeybiye anlaşmasını bozduklarını bildirdiler. Daha önce fiilen bozdukları antlaşmayı, böylece resmen de bozmuş oldular.
b) Kureyş'in Barışı Yenileme Teşebbüsü
Kureyşliler, bir müddet sonra hatalarını anladılar. Alaşmayı bozduklarına pişmân oldular. Derhal anlaşmayı yenilemek ve barış süresini uzatmak üzere Ebû Süfyân'ı Medine'ye yolladılar.
Ebû Süfyân, Medine'de önce, Rasûlüllah (s.a.s.)'ın zevcelerinden kızı Ümmü Habîbe'ye gitti. Oturacağı sırada, Ümmü Habîbe minderi topladı. Halbuki evde üzerine oturulacak başka bir şey yoktu. Ebû Süfyân sordu:
- Kızım, minderi mi benden esirgiyorsun, yoksa beni mi minderden? Kızı cevap verdi.:
- Bu, Rasûlüllah (s.a.s.)'e âittir. Sen ise müşriksin, pissin. Bu yüzden üzerine oturmanı istemedim.(315)
Ebû Süfyân, daha sonra Rasûlüllah (s.a.s.)'e başvurdu. Olumlu bir sonuç alamadı. Başta Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer olmak üzere ashâbın ileri gelenleriyle bir bir görüştü, barışın yenilenmesi için desteklerini istedi. Hz. Fâtıma'yı ziyâret ederek O'ndan yardım bekledi. Fakat bütün gayretleri boşa çıktı; hiç bir netice elde edemedi. Eli boş dönmek istemiyordu. Hz. Ali'nin tavsiyesine uymaktan başka çâre yoktu. Mescide geldi:
- Ey nâs, ben her iki tarafı da himâyeme alarak, Hudeybiye barışını yeniliyorum. Sanırım, kimse benim ahdimi bozmaz.. dedi. Fakat, kimseden cevâp alamadı. Devesine bindi, ümitsiz olarak Mekke'nin yolunu tuttu. Bir işâretle bütün Mekke'yi harekete geçiren Ebû Süfyan, Medine'de kimseye sözünü dinletememiş, öz kızına bile merâmını anlatamamıştı.
Dönüşünde olup bitenleri olduğu gibi Mekkelilere anlattı. Onun sözlerini dinleyenler:
- Yazık, sen hiç bir şey yapmamışsın. Bize barış haberi getirmedin ki, güven içinde olalım, Savaş haberi getirmedin ki, hazırlanalım. Ali seninle alay etmiş. Senin tek başına ilân ettiğin barış neye yarar..., dediler.(316)
c) Fetih Hazırlığı
Ebû Süfyan Mekke'ye döndükten sonra Rasûlüllah (s.a.s.)gizlice fetih hazırlığına başladı. Ashâbına sefer için hazırlanmalarını emretti. Ayrıca, Gıfâr, Eslem, Eşca' Müzeyne, Cüheyne, Süleym gibi, kendisine bağlı kabîlelere haber salarak Ramazan'ın ilk günlerinde Medine'de toplanmalarını istedi.
Rasûlüllah (s.a.s.),Mekke'nin kan dökülmeden fethedilmesini istiyordu. Kureyş savunma için hazırlık yapar da karşı koyarsa, kan dökülürdü. Bu yüzden hazırlıklar son derece gizli tutuldu. Mekke ile Medine arasındaki bütün yollar kesildi. Bu vazife Huzâa kabilesine verildi. İki taraf arasında sanki kuş uçmuyordu. Bu arada dikkatlerin başka yöne çekilmesi için Necid tarafına bir de seriyye göndermişti.
d) Ebû Beltea oğlu Hâtıb'ın Kureyş'e Yazdığı Mektup
Ancak ashabtan Ebû Beltea oğlu Hâtıb, durumdan Kureyş'i haberdar etmek istemiş, bir mektup yazarak gizlice Mekke'ye göndermişti. Hz. Peygamber (s.a.s.), İlâhî vahiy ile bunu öğrendi. Hemen Hz. Ali ile iki arkadaşını görevlendirdi.
- Hah bostanına kadar gidin, orada, mahfe içinde yolcu bir kadın bulacaksınız. Yanında bir mektup var, onu alıp getirin,buyurdu.
Kadın önce inkâr etti, fakat, "seni şimdi çırılçıplak soyar, her tarafını ararız", deyince, çâresiz mektubu saçının hotozu arasından çıkardı.(317)
Mektupta, Rasûlüllah (s.a.s.)'ın önüne durulamaycak bir ordu ile Mekke üzerine yürüyeceği bildiriliyordu. Herkes şaşırıp kaldı, çünkü Hâtıb'dan böyle bir şeyi kimse beklemiyordu. Rasûlüllah (s.a.s.) bir hey'et önünde Hatıb'ı sorguya çekti.
- Ey Hâtıb, bu ne iş, niçin bunu yaptın, diye sordu. Hâtıb:
- Ya Rasûlüllah hakkımda karar vermekte acele etmeyin. Ben Kureyş'e anlaşarak bağlı bir kimseyim, fakat hiç bir zaman onların mahremi olmadım. Yanınızdaki muhacir kardeşlerimin, Mekke'de âilesini ve mallarını koruyacak yakınları var, benimse kimsem yok. Mekkelilerden nimetdârlar kazanarak âilemi korumak istemiştim. Bu işi dinimden dönmek için yapmadım, ben Müslüman olduktan sonra, kat'iyyen küfre razı olmam, diye kendini savundu. Hz. Ömer, dayanamayıp:
- Yâ Rasûlallah, izin ver de şu münâfığın boynunu vurayım, demişti. Fakat, Rasûlüllah (s.a.s.) Hâtıb'ın suçunu bağışladı.
- Yâ Ömer, Hâtıb Bedir Gazası'nda bulundu, ne bilirsin belki de Cenâb-ı Hak Bedir ehline: "Bundan böyle istediğinizi yapın, sizi bağışladım" demiş olabilir, buyurdu.
Fakat bu olayla ilgili olarak:
"Ey inananlar, benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olan kimseleri dost edinmeyin. Onlar, size gelen hakkı tanımadıkları ve Rabbımız olan Allah'a inandığınız için peygamberi de sizi de (yurdunuzdan) çıkardıkları halde onlara sevgi (mi) gösteriyorsunuz? Siz benim yolumda savaşmak ve benim rızamı kazanmak için (yurdunuzdan) çıkmışsanız, ben sizin gizlediğinizi de, açığa vurduğunuzu da bildiğim halde, nasıl olur da onlara sevgi gösterirsiniz. İçinizden her kim bunu yaparsa, doğru yoldan sapmış olur." (el-Mümtehine Sûresi, 1) anlamındaki âyet-i kerime indirilmiştir.(318)
e) Mekke'ye Yürüyüş
Müslümanlığın temeli, "Tevhid İnancı" dır. Tevhid İnancı'nın, yeryüzünde en büyük âbidesi, Mekke'deki Kâbe'dir. Ancak bu kutsal yer, putlarla doldurulmuş, putperestliğin merkezi hâline getirilmişti. İslâm güneşi doğalı 20 yıl olmuştu. Artık, Mekke'nin şirkten kurtulması, Kâbe'nin putlardan temizlenmesi gerekiyordu.
Rasûlüllah (s.a.s.), Hicretin 8'inci yılı, Ramazan'ın 10'uncu Pazartesi günü 10 bin kişilik muazzam bir ordu ile Medine'den çıktı.(319) (1 Ocak 630) Yolda katılan birliklerle, ordunun sayısı daha sonra 12 bine yükselmişti.(320) O gün Rasûlüllah (s.a.s.) ve ashâbı oruçluydu. Yola çıktıktan sonra oruçlarını bozdular. (321)
Rasûlüllah (s.a.s.)'ın amcası Abbâs Müslüman olmuş, fakat Müslümanlığını gizliyerek Mekkede müşrikler arasında kalmıştı. Böylece Mekke'deki haberleri gizlice Rasûlüllah (s.a.s.)'e ulaştırıyordu. Artık Mekke'de yapılacak iş kalmamıştı. Hîcret için Mekke'den çıktı, fakat yarı yolda Fetih Ordusuyla karşılaştı. Eşyâsını çocuklarıyla Medine'ye gönderip O da orduya katıldı. Rasûlüllah (s.a.s.) Abbâs'ın gelişinden memnun oldu.
- Peygamberlerin sonuncusu ben oldum, muhâcirlerin sonuncusu da sen; diye iltifatta bulundu.
Mekke'ye bir konak (yaklaşık 16 km.) mesâfede "Merru'z-zahrân" denilen yerde karargâh kuruldu. Rasûlüllah (s.a.s.), ortalık kararınca burada ordu mevcûdunun sayısınca ateş yakılmasını emretti. Böylece, ordunun haşmetini Kureyş'e göstermek istiyordu.
Yollar iyice tutulduğu için, İslâm ordusu Merru'zahrân'a gelinceye kadar Mekkeliler hiç bir haber alamamışlardı. Müslümanların yaklaştığını duyunca ne yapacaklarını şaşırdılar. Ebû Süfyân durumu anlamak, Müslümanlar hakkında bilgi edinmek istiyordu. Yanına bir kaç kişi alarak, Mekke'den çıktı. Uzakta yanmakta olan ateşler, hacıların, Arafatta arefe gecesi yaktıkları ateşlere benziyordu. Merakla ateşlere doğru ilerledikleri sırada Rasûlüllah (s.a.s.)'ın muhâfızları tarafından yakalanarak Peygamber Efendimizin huzûruna getirildiler, Rasûlüllah (s.a.s.)'a karşı en çok kin besleyen Mekke'nin resi Ebû Süfyân burada müslüman oldu. Artık Mekke fethedilmiş demekti. Belki hiç mukavemet görülmeyecekti. Hz. Abbâs:
- Yâ Rasûlallah, Ebû Süfyân övünmeyi sever, iftihâr edebileceği bir lütufta bulunsanız, demişti. Rasûl-i Ekrem:
- Her kim Ebû Süfyân'ın evine girerse, emniyettedir. Her kim kendi evine kapanır, ordumuza karşı koymazsa, emniyettedir. Her kim Harem-i Şerîf'e girerse, emniyettedir. Ebû Süfyân bunu ilân etsin, buyurdu.(322) Daha dün, İslâm düşmanlarının lideri olan kişi, bugün Rasûlüllah'ın emirlerini tebliğ etmekle iftihâr edecek, şeref kazanacaktı.
Merru'z-zahrân'dan hareket edileceği sıra Rasûlüllah (s.a.s.) Hz. Abbas'a:
- Ebû Süfyân'ı yolun dar bir yerine götür, İslâm ordusunun ihtişâmını görsün, diye emretti.
Hz. Abbâs, Ebû Süfyân'ı, ordunun geçeceği dar bir geçit yerine oturttu. Mücâhidler sırayla alay alay Ebû Süfyân'ın önünden geçtikçe Ebû Süfyân'ın yüreği burkuluyor, geçen her kafilenin hangi kabîle olduğunu soruyordu. Hz. Abbâs:
- Bunlar Gıfâr kabîlesi, şunlar Cüheyne.. diye geçen kabîleleri bir bir anlattıkça Ebû Süfyân:
- Şaşılacak şey, bunlarla benim aramda ne düşmanlık var ki , buraya kadar gelmişler, diye hayretini ifâde ediyordu. Bir ara:
- Yâ Abbâs, kardeşinin oğlunun saltanatı ne kadar da büyümüş, dedi. Hz. Abbâs:
- Hayır, bu saltanat değil, nübüvvettir, diye cevâp verdi.
Nihâyet, Ebû Süfyân'ın daha önce benzerini görmediği bir birlik geçti. Bunlar, ensârdı. Başlarında Sa'd b. Ubâde sancağı taşıyordu. Son gelen birlik, sayıca hepsinden azdı. Bu birlikte Rasûlüllah (s.a.s.) ile ensar ve muhâcirlerden en yakın arkadaşları vardı. Rasûlüllah (s.a.s.)'in sancağını Avvâm oğlu Zübeyr taşıyordu.
Ensâr alayı, Uhud ve Hendek Savaşları'nda müşrik ordusunun başkomutanı Ebû Süfyân'ın önünden geçerken Sa'd b. Ubâde:
- Ey Ebû Süfyân, bugün en büyük kıtal günüdür, bu gün Kâbe'de kan dökmenin helal kılındığı gündür, demişti. Ebû Süfyân Sa'd'ın sözlerini Rasûlüllah (s.a.s.)'a nakletti. Hz. Rasûlüllah (s.a.s.):
- Sa'd yanlış söylemiş, bugün Cenab-ı Hakk'ın Kâbe'yi yücelteceği gündür. Bugün Kâbe'nin tevhid elbisesine bürüneceği gündür, buyurdu.(323) Sa'd'ın kan dökmesinden endişelendiği için, hemen Hz. Ali'yi gönderdi, ensâr sancağının Sa'd'dan alınıp oğlu Kays'a verilmesini emretti.(324)
Müslüman mücâhidlerin geçit resmini baştan sona seyreden Ebû Süfyân, Mekke'nin tesliminden başka çâre olmadığını anladı. Hz. Abbas'tan ayrılarak, hemen Mekke'ye döndü. Harem-i Şerif'e vardı. Heyecân içinde kendisini bekleyen Mekkelilere yüksek sesle hitâbetti:
Her kim Ebû Süfyan'ın evine gelirse emniyettedir.
2) - Muhammed (s.a.s.) , karşı koymamıza imkân olmayan bir ordu ile geliyor:
Her kim silahını bırakır, evine kapanırsa emniyettedir.
3) Her kim, Harem-i Şerîf'e sığınırsa emniyettedir. Ey Kureyş, Müslüman olunki, selâmet bulasınız...
Ebu Süfyân'ı dinleyenler, şaşırıp kaldılar. Her gün Müslümanlığın aleyhinde bulunan bu adam, şimdi herkese "müslüman olun", diyordu. Herkeste bir telâş başladı. Kimisi küfrediyor, kimisi bağırıp çağırıyor, kimi de mukavemet için hazırlanıyordu. Çoğunluk ise Ebû Süfyân'ın sözlerine uyup evlerine çekildiler. Bir kısmı da Harem-i Şerîf'te ve Ebû Süfyân'ın evinde toplandılar.
f) Mekke'ye Giriş (20 Ramazan 8 H./11 Ocak 630 M.)
Rasûlüllah (s.a.s.), Mekke'ye girmeden önce, "Zî Tuvâ" denilen yerde durdu. Ordusunu dört kısma ayırıp her birinin gireceği yerleri tâyin etti. "Sakın savaşa girmeyin, saldırıya uğrayıp mecbûr kalmadıkça kan dökmeyin..." diye tenbihte bulundu.
Sekiz yıl önce, yurdundan üç kişilik bir kafile ile nasıl ayrılmıştı, şimdi nasıl bir ihtişâmla dönüyordu. Rasûlüllah (s.a.s.) devesinin üstünde bütün bunları düşünüyor, mağrûr bir fâtih gibi değil, son derece mütevâzi bir halde, başı secde eder gibi, devenin boynuna yapışmış, tesbih, tehlil ve duâ ile, Cenâb-ı Hakk'ın sonsuz lütuflarına şükrederek ilerliyordu.
Bütün birlikler, kan dökmeden Mekke'ye girdiler. Yalnızca Velîd oğlu Hâlid'in komuta ettiği birlik tecâvüze uğradı. Kureyş'in azılılarından Ümeyye oğlu Safvân, Amr oğlu Süheyl ve Ebû Cehil'in oğlu İkrime bir çete kurdular. Hâlid'in birliklerini Mekke'ye girerken ok yağmuruna tutarak iki müslümanı şehid ettiler. Bu durumda Hâlid, saldırganlar üzerine hücûm ederek, bir hamlede onüç tanesini öldürdü, diğerleri dağılıp kaçtılar.
Rasûlüllah (s.a.s.) kan döküldüğünü duyunca üzüldü. Fakat, tecâvüzün müşriklerden başladığını öğrenince:
- İlahî takdir böyleymiş, buyurdu.
Rasûlüllah (s.a.s.) çadırını Kinâneoğulları yurdunda "Hacûn" denilen yerde kurdurdu. Mekke Devri'nin 7'inci yılında, Kureyş müşrikleriyle Kinâneoğulları burada küfr üzerine anlaşmışlardı(325). Bu anlaşma gereğince müslümanlar üç yıl muhasara altında çok acı günler yaşamışlardı.
Rasûlüllah (s.a.s.) çadırında gusledip 8 rek'at "duhâ namazı" kıldı, sonra, devesine binerek, Kâbe'ye geldi. Yol boyunca Fetih Sûresi'ni okuduğu işitiliyordu.(326) Deve üzerinde, ihrâmsız olarak Kâbe'yi tavâf etti. Elindeki ucu eğri değnekle hacer-i Esved'i istilâm etti.
g) Kâbe'nin Putlardan Temizlenmesi.
Kâbe etrâfında 360 put vardı. Bunların en büyüğü olan "Hubel", Kâbe'nin üstüne konulmuştu. Diğerleri Kâbe'nin etrafına ve içine yerleştirilmişlerdi. Rasûlüllah (s.a.s.) değnekle bunları itiyor, her birini bizzât deviriyordu. Putlar yıkılırken:
"Hak geldi, bâtıl yok oldu, esasen bâtıl yok olmağa mahkûmdur."(327) "Hâk geldi, artık bâtıl ne yeniden başlar, ne de geri gelir"(328) diyordu.(329)
Kâbe'ye girmek için Rasûlüllah (s.a.s.) anahtarını istedi. Talha oğlu Osmân anahtarı getirdi. "Emânettir Ya Rasûlallah", diyerek Hz. Peygamber (s.a.s.)'e teslim etti. Kâbe'nin içi de putlarla doluydu. Duvarlarına resimler asılmıştı. Rasûlüllah (s.a.s.)'ın emriyle Hz. Ömer bunları dışarı attı. Müşrikler, ilah diye taptıkları putların parçalanışını şaşkın şaşkın seyrettiler. Dünkü mabûdlar bir anda moloz yığını haline gelmiş, çöplüklere atılmıştı. Sonra, Rasûlüllah (s.a.s.), yanına Üsâme, Bilal ve Talha oğlu Osmân'ı da alarak Kâbe'ye girdi, kapının karşısındaki duvara doğru namaz kıldı.(330) Beyt-i Şerifi dolaşıp her tarafında tekbir getirdi. Uzunca bir müddet içeride kaldı. Bu sırada bütün Kureyş Hârem-i Şerif'te toplanmış, sabırsızlıkla, haklarında verilecek hükmü bekliyorlardı.
h) Fetih Hutbesi ve Genel Af
Rasûlüllah (s.a.s.) Kâbe kapısının eşiğinde durdu. Karşısında sıralanmış olan Mekkelilere baktı. 20 yıl boyunca şahsına ve müslümanlara ellerinden gelen her kötülüğü yapmaktan çekinmeyen bu adamların hayâtı, şimdi O'nun iki dudağı arasından çıkacak hükme bağlıydı. Rasûlüllah (s.a.s.) 20 yıl boyunca çektiklerini bir anda zihninden geçirdi, sonra şöyle hitâbetti.
"Allah'tan başka ilâh yoktur, yalnız O vardır. O'nun eşi ve ortağı yoktur. O va'dine bağlı kaldı, sözünü yerine getirdi. kuluna yardım etti, tek başına bütün düşmanları hezîmete uğrattı.
İyi bilinki bütün câhiliyet âdetleri, mal ve kan davaları bugün şu iki ayağımın altındadır. Yalnız, Kâbe hizmetleriyle hacılara su dağıtma işi (hicâbe ve sikaye hizmetleri) bu hükmün dışında bırakılmıştır.
Ey Kureyş Cemâati! Allah sizden câhiliyet gururunu, babalarla, soylarla büyüklenmeği giderdi. Bütün insanlar, Âdem'dendir, (O'nun çocuklarıdır.) Âdem de topraktan yaratılmıştır."
Sonra şu anlamdaki âyet-i kerîmeyi okudu.
"Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Övünesiniz diye değil, kolaylıkla tanışasınız diye, sizi milletlere ve kabîlelere ayırdık. Allah katında en değerliniz, Ona karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Allah her hâlinizi bilir, O her şeyden haberdârdır." (Hucurât Sûresi, 13)
Rasûlüllah (s.a.s.) Mescid-i Harâm'ın geniş sâhasını dolduran kalabalığı mânâlı bir bakışla süzdükten sonra:
- Ey Kureyş cemaâtı! Size şimdi nasıl bir muâmele yapacağımı sanıyorsunuz? diye sordu. Mekkeliler hep bir ağızdan:
- Hayır umuyoruz. Sen kerîm bir kardeş, âlicenâb bir kardeş oğlusun, diye cevap verdiler. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.):
- Ben de size Yûsuf'un kardeşlerine söylediği gibi, "Bu gün size geçmişten dolayı azarlama yok." (Yûsuf Sûresi, 92) diyorum. Haydi gidiniz, hepiniz serbestsiniz (331), buyurdu.
Böylece Rasûlüllah (s.a.s.) hepsini affetmişti. Halbuki bunlar Hz. Peygamber (s.a.s.)'e neler yapmamışlardı. Müslümanları en korkunç işkencelere tâbi tutmuşlar, akla hayâle gelmedik eziyetler yapmışlardı. Şimdi başkaları olsa ne yapardı; Hz. Peygamber (s.a.s.) ne yapmıştır? Bu mukayese Rasûlüllah (s.a.s.)'in büyüklüğünü ortaya koymağa kâfidir.
Bu hitâbesinden sonra Rasûlüllah (s.a.s.) Mescid-i Harâm'da oturdu. Sikaye (hacılara su ve zemzem dağıtma) hizmeti Abdülmuttaliboğullarındaydı. Bu hizmeti Hz. Abbâs yapıyordu. Hicâbe (Kâbeyi açıp-kapama ve anahtarını taşıma) hizmetini ise Ebû Talha oğulları yapıyordu. Bu esnâda Hz. Ali bu iki hizmetin Abdülmuttaliboğulları'nda birleştirilmesini istemişti. Fakat Rasûlüllah (s.a.s.) Osman b. Talha'yı çağırdı.
- Yâ Osmân, bugün iyilik ve ahde vefâ günüdür, al işte anahtarın, buyurdu (332).
Öğle vakti, Hz. Bilâl Kâbe'nin üstüne çıktı. Güzel ve gür sesiyle ezana başladı. "Allâhü Ekber" nidâları müşriklerin yüreklerini burkuyordu. Bu esnâda, Ebû Süfyân, Esîd oğlu Attâb, Hişâm oğlu Hâris gibi Kureyşin ileri gelenlerinden birkaç kişi Kâbe'nin avlusunda bir köşeye toplanmış konuşuyorlardı. İçlerinden Attâb:
- Babam şanslı adammış, daha önce öldü de şu sesi işitmedi, dedi. Hâris de:
- Şunun hak olduğunu bilsem, vallâhi ben de icâbet ederdim, diye konuştu. Ebû Süfyân ise:
- Ben bir şey söylemeyeceğim. Bir şey konuşsam şu çakılların bile dile gelip O'na haber vereceğinden korkuyorum, dedi.
Az sonra yanlarına Rasûlüllah (s.a.s.), aralarında konuştuklarını bir bir söyledi. Bunun üzerine:
- Konuştuklarımızı kimse duymamıştı. Biz şehâdet ederiz ki, sen Allah'ın Rasûlüsün, diye şehâdet getirdiler.(333)
l) Mekke Halkının Bîatı
Öğle namazından sonra, Rasûlüllah (s.a.s.) Safâ tepesinin yüksekce bir yerinde oturdu. Önce erkeklerden, sonra da kadınlardan bîat aldı. Erkekler, İslâm ve cihâd üzerine bîat ettiler(334). Kadınlar ise aşağıda meâli yazılı âyet-i celîledeki esaslara uyacaklarına dâir bîat ettiler.
"Ey Peygamber, mü'min kadınlar Allah'a hiçbir eş ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öldürmemek, elleriyle ayakları arasında bir bühtan uydurup getirmemek ve hiçbir güzel işte sana karşı gelmemek üzere sana biata geldiklerinde biâtlarını kabûl et, Onlara Allah'tan mağfiret dile, Çünkü Allah çok yargılayıcı, çok esirgeyicidir." (el-Mümtehine Sûresi, 12)
Erkekler, Rasûlüllah (s.a.s.)'in elini tutup musâfaha ederek biât ettiler. Kadınlar ise sözle ve Rasûlüllah (s.a.s.)'in bulunduğu su kabına ellerini batırarak bîat ettiler.(335) Rasûlüllah (s.a.s.) in eli, hiç bir zaman yabancı bir kadının eline değmemiştir. (336)
j) Rasûlüllah (s.a.s.)'in Ensâr'ın Endişesini Gidermesi
Fetihten sonra ensâr kendi aralarında :
- Cenâb-ı Hakk, Rasûlüne doğup büyüdüğü vatanının fethini müyesser kıldı. Artık bizimle döner mi, yoksa buraya mı yerleşir, diye endişelerini belirtmişlerdi. Rasûlüllah (s.a.s.) bunu duyunca:
- Böyle bir şeyden Allah'a sığınırım. Ben memleketinize hicret ettim. Hayatınız, hayatım; ölümünüz ölümümdür, buyurdu. (337) Ensârın endişelerini giderdi.
(315) Zâdü'l-Meâd, 2/386; İbn Hişâm, 4/38
(316) İbn Hişâm, 4/39; Zâdü'l-Meâd, 2/387; Târih-i Din-i İslâm, 3/415
(317) el-Buhârî, 5/89; Tecrid Tercemesi, 10/322; Târih-i Din-i İslâm, 3/417
(318) el-Buhârî, 5/89; Tecrid Tercemesi, 10/323
(319) el-Buhârî, 5/90; Tecrid Tercemesi, 10/235 (Hadis No: 1622); Târih-i Din-i İslâm 3/418
(320) Tecrid Tercemesi, 10/235; Kısas-ı Enbiyâ, 1/410
(321) el-Buhârî, 5/90; Tecrid Tercemesi, 10/235 (Hadis No:1622)
(322) Zâdü'l-Meâd, 2/391; İbn Hişâm, 4/47; Tecrid Tercemesi, 10/332
(323) el-Buhârî, 5/91; Tecrid Tercemesi,10/331 (Hadis No: 1624)
(324) Zâdü'l-Meâd, 2/392; Tecrid Tercemesi, 10/332; İbn Hişâm, 4/49
(325) el-Buhârî, 5/92; Tecrid Tercemesi, 6/132 (Hadis No: 786) ve 10/335
(326) el-Buhârî, 5/92; Tecrid Tercemesi, 10/337 (Hadis No: 1625)
(327) el-İsrâ Sûresi, 81
(328) Sebe'Sûresi, 49
(329) el-Buhârî, 5/92; Tecrid Tercemesi, 10/338 (Hadis No: 1626)
(330) el-Buhârî, 5/93; Tecrid Tercemesi, 10/339 Buhârî'nin Abdullah b. Ömer'den rivâyetine göre, Rasûlüllah (s.a.s.) Mekke'nin fethi günü Kâbe'ye girdiğinde içerde namaz kılmıştır. Abdullah b. Abbas'tan rivâyetine göre ise namaz kılmamış sadece tekbir getirmiştir. (Buhârî, 5/93)
(331) İbn Hişâm, 4/54; İbnü'l-Esîr, a.g.e., 2/252; Zâdü'l-Meâd, 2/394; Tecrid Tercemesi, 10/340-341
(332) İbn Hîşâm, 4/55; Zâdü'l-Meâd, 2/395; Tecrid Tercemesi, 10/342
Câhiliyet devrinde Kâbe'yi pazartesi ve perşembe günleri ziyarete açarlardı. Bir defasında Rasûlüllah (s.a.s) 'de gelmiş halkla birlikte O da içeri girmek istemişti. Fakat Osmân b. Talha kabalık etmiş, Rasûlüllah (s.a.s.)'ın içeri girmesine engel olmuştu. Rasûlüllah (s.a.s.) hiç kızmadan:
-"Ya Osmân, yakında sen benim bu anahtarı dilediğim kişiye verebileceğim bir günü göreceksin..." buyurmuştu. Şimdi Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) anahtarı dilediğine verebilirdi. Fakat gene Osmân'a verdi. ve:
-Yâ Osmân, sana söylediğim söz gerçekleşti mi? diye sordu. Osmân, olayı hatırladı:
-Evet, gerçekleşti, şehâdet ederim ki sen, Allah'ın Rasûlüsün, dedi. (Zâdü'l-Meâd, 2/395; Tecrid Tercemesi, 10/342-343)
(333) İbn Hişâm, 4/56; Zâdü'l-Meâd, 2/395; İbnü'l-Esîr, a.g.e., 2/254
(334) İbnü'l-Esîr, 2/252-253
(335) Hak Dini Kur'ân Dili, 6/4916; Tecrid Tercemesi, 10/344
(336) el-Buhârî, 6/173; Müslim, 3/1489 (Hadis No: 1866); İbnü'l-Esîr, a.g.e., 2/254
(337) Zâdü'l-Meâd, 2/397; Müslim, 3/1405 - 1406 (Hadis No: 1780); Tecrid Tercemesi 10/346-347
Kaynak : http://www.besiktasmuftulugu.gov.tr/?&Bid=261886