Alevîlik Nedir? Alevîler Müslüman mıdır?
Alevilik
nedir, sorusuna bazı kimseler; “Alevilik bir din'dir.
İslâmiyet'ten ayrı ve farklı bir din'dir”,
derken, bazıları; “Alevilik Şiiliktir, Şianın
Türk Milleti içindeki özel ismidir. Yani, Alevilik,
bir İslâm mezhebidir” diyor. Halbuki, başka
bazı kimseler; “Alevilik, ne o ne de diğeri değil,
Ehl-i Sünnet vel Cemaat bir tarikattır” diyorlar.
Peki, bu görüşlerin hangisi doğru?
Bize
kalırsa, doğru olan, Alevilikin Ehl-i Sünnet bir
tarikat olduğudur. Fakat biz gene de, bütün görüşleri
teker teker ve kısa kısa gözden geçirelim.
Gerçeği, bu yolla hem ortaya koymaya hem de ispatlamaya
çalışalım.
Alevilik nedir, sualine;
yazılı, sözlü ya da görüntülü
basın- yayın kuruluşlarına çıkıp,
“Aleviler müslüman değildir. Alevilik, biraz
İslâm öncesi Türk Milli Dini'nden, biraz Şiadan
ve biraz da kaynağı bilinemeyen şeylerden etkilenerek
meydana gelmiş, apayrı bir inanç sistemidir, bir
din'dir”, diyen ve kendilerini Alevi Dedesi(!) ya da
Babası(!) olarak tanıtan, bazı kişiler var. Ama
olsun... Onlar öyle diyor diye, hakikat değişmez!
Alevilik ayrı bir din değildir. Aleviler de müslümandır!
Hem de, en az Sünniler kadar!
Müslümanların
yaşamadığı bir coğrafyada Alevilikten
bahsetmek mümkün müdür? Kesinlikle, mümkün
değildir! Peki, İslâmiyet'in olmadığı
bir bölgede Aleviler var mıdır? Asla yoktur!
Öyleyse, sadece bu tesbitler bile, Alevilikin İslâmiyet
ile ilgili bir şey olduğunu anlamak ve kabul etmek için
yeter de artar bile! Alevilikin ayrı bir din olduğunu ileri
sürenler, böyle bir tesbiti farketmediklerine göre,
maksatları hayır değil, şerdir. Ulu ve yüce
Allah herkesin gönlüne göre versin!
Ayrıca,
hukukumuzda bir temel kaide var: “Aslı olmayanın
fer'i olmaz.” Yani bir şeyin aslı olmaz ise,
şubeleri de olmaz. Meselâ ağaç olmaz ise,
dalları, yaprakları, meyvesi de olmaz.
Eğer,
ulu ve yüce Allah, Peygamber olarak görevlendirip, O'na
Kur'ân-ı Kerim'i göndermeseydi, Mekke'de kuru ekmek
yiyen Amine'nin oğlu Muhammed Mustafa'yı kim tanırdı?
Peki, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed olmasa idi, O'nun
ailesini, akrabalarını, çocuklarını,
damadını kim, nereden, niye bilecekti? Hz. Ali'yi, Hz.
Hasan'ı, Hz. Hüseyin'i kim, neden, niye tanıyacaktı?
Hz. Ali'ye, Hz. Hasan'a, Hz. Hüseyin'e ve Ehl-i Beyt'e
verilmiş bütün üstün sıfatlar ile şeref
ve izzet, İslâmiyet'ten ve Peygamber Efendimiz, Hz.
Muhammed'den dolayı değil midir?
Fazla söze
lüzum yok. İslâmiyet ve Muhammed Mustafa (s.a.v)
olmadan, Alevilik olmaz. Olamaz! Madem mihver, merkez, esas ve asıl
İslâmiyet'tir, Peygamber Efendimiz'dir. O halde, Alevilik
ayrı bir din değildir! Ayrı bir din de olamaz!
Dünya'da, bazıları ya bilerek ve kasıtlı
olarak, Türk Milleti içinde Fars (İran)
emperyalizmine müsait bir zemin hazırlamak için,
veya Türk Milleti'nin birlik, beraberlik ve bütünlüğünü
bozmak için; bazıları da bilmeyerek ve hiçbir
ardniyet taşımaksızın, sadece Alevilik'i,
mezhepler tarihi içinde de, tarikatlar tarihi içinde de
herhangi bir yerde bulamadıkları için; Şia'nın
müteradifi veya Türk milletindeki özel adı gibi
kullanıyorlar... Ancak bu da, katiyyen doğru değildir...
Alevilik bir mezhep de değildir.
Çünkü,
biraz aşağıda, teferruatlı olarak ortaya koyup
ispat edeceğimiz gibi, Aleviler Ehl-i Sünnet vel Cemaat
yolundadır; itikatta Maturudi ve amelde, fıkıhta
Hanefi'dirler.
Kesin olarak bilinmektedir ki, Alevilik
(eşittir) Şiilik görüşü de yanlıştır...
Çünkü, Alevilik Şiilik değildir... Bu
durumu, Prof. Dr. Amiran Kurtkan BİLGİSEVEN, şöyle
ifade ediyor: “Türkiye'de mevcut Alevilik akımını
sonradan İran'da ortaya çıkan İmamiye Şia'sı
ile bir tutmaya imkân yoktur.”... Alevilik Şiilik
olmadığı gibi, Şia'ya mensup bir kol ya da Şii
bir tarikat da değildir... Alevilik ile Şiilik başka
başka şeylerdir... Şiilik (Ehl-i Şia), Ehl-i
Bid'at mezheplerden bir mezhep iken, Alevilik Türklere has bir
tasavvuf kolu, bir tarikattır... Bilindiği gibi mezhep
başka, tarikat başka bir şeydir. Öyle iken,
Alevilik (eşittir) Şiilik, görüşü nasıl
doğru olabilir?
ALEVİLİK TARİKATTIR!
Evet, evet, Alevilik bir tarikattır. Adı da
Bektaşiliktir! Tarikatın piri de Hünkâr Hacı
Bektaşi Veli Hazretleri'dir. Ayin-i Cem denilen şey de, bu
tarikatın zikir şekli ve ayinidir. Tıpkı, Mevlevî
tekkesinin ayin ve zikir şeklinin Sema oluşu gibi... Ayin-i
Cem'deki semah da benzer bir şeydir.
Tarikat denilince,
hemen akla gelen ve iki de bir hücum edilen, Nakşibendiye
Tarikatı ile bu Bektaşi Tarikatı, silsileleri
incelenir ise, Hz. Ali'den gelen kol ve silsile olarak, Yusuf
Hemedani Hazretlerine kadar aynilik gösterir. Sonra iki kola
ayrılır.
Yusuf Hemedani'nin iki halifesi var: Biri
Ahmet Yesevi Hazretleri, diğeri de Abdülhalik Gucduvani
Hazretleri'dir. Bektaşilik Ahmet Yesevi'den, Nakşilik de
Abdülhalik Gucduvani'den gelir. İkisi de aynı kökten
gelmiş tarikatlardır. Birinin zikri cehrî (açık),
diğerinin zikri hafî (gizli)dir. Bütün fark
bundan ibaret. Gerisi hep teferruat!
Bu durumu, merhum Prof.
Dr. Erol GÜNGÖR, şöyle ortaya koyuyor: “Sünni
müslümanlığın hâkim olduğu
bölgelerde tarikatler sünnî İslâm
akidesine bağlıdır; bu akideye en aykırı
görünen Bektaşilik bile şeriatı esas alır.
Birçok tarikatlere alevî denmesi onların
silsilelerinin Ali'ye dayanması yüzündendir, yoksa
Sünniliğin karşısında bir yol
tutturduklarını göstermez.”
Şurası,
kat'i olarak bilinmelidir ki, Alevilik ayrı bir din değildir.
Din olmadığı gibi, bir mezhep de değildir...
Aleviler müslümandır! Ve, Aleviler, Ehl-i Sünnet
vel Cemaat müslümandır!
Alevilik ayrı bir
din değildir. Alevilik diye bir mezhep de yoktur. Alevilik,
Ehl-i Sünnet vel Cemaat bir tarikattır, dedik... Dedik ama,
tarikatlar tarihine bakanlar Alevilik diye bir tarikata
rastlayamıyorlar... Tarikatlar tarihinde Alevilik diye bir
tarikat yok...
Bu nasıl oluyor?
Bu
işin aslı, esası nedir?
Bu haklı sualin
cevabı, uzun bir hikaye. Sabrederseniz, arz edelim.
Osmanlı
Hanedânı döneminde, devlet düzeni şeriat
ile sağlandığı gibi, toplum ahlâkı ve
disiplini de tarikat ile sağlanıyordu... Tarikat mensupları
arasında yaşayan, “Pirsiz meslek haram”
gibi sözler bugün bile bilinmektedir. Bu, Osmanlı
devrinde çok daha etkili idi... O zamanlar, her mesleğin
bağlı olduğu bir tarikat ve tekke vardı.
Türk
Tarihi'nde, Osmanoğlu Orhan Gazi'ye kadar askerlik bir meslek
değildi. Millet, bağında-bahçesinde,
çiftliğinde, işinde gücünde çalışır,
fakat, cenk davulu vurunca, kimi atlı kimi yaya, kılıcını
alıp gelir. Muharebeye iştirak eder, ölürse şehit
olur. Kalırsa gazi olup, tekrar evine-barkına, işine-gücüne
dönerdi. Asker millet...
Orhan Gazi, işi ve mesleği
askerlik olan bir ordu kurmak ister. Yeniçeri Ocağı'nı
kurar. Bir grup Yeniçeri'yi de, hayır duasını
almak üzere Hacı Bektaşi Veli'ye gönderir.
Hazreti Hünkâr bu davranışı pek beğenir
ve elini gelen askerlerden birinin başına koyarak dua eder.
Böylelikle, yeni kurulan askerlik mesleği de, Pir Hacı
Bektaş Veli'ye bağlanmış olur. Zaten o dönemde
iki tarikat meşhurdur: Biri Mevlevilik, diğeri de
Bektaşilik... Bektaşilik; avamın, halk tabakalarının
tarikatı, Mevlevilik ise; havasın, okumuş-yazmış
insanlar ile saray halkının tarikatıdır.
Yeniçeri Ocağı büyük hizmetlerde
bulunur. Ama, her şey gibi, O'da ömrünü
tamamlar... Şöyle olmuş, böyle olmuş, hepsi
bahâne; Yeniçeri Ocağı ömrünü
tamamlar... 1826 yılında, topa tutularak ortadan
kaldırılır. Sadece, çeşitli sebeplerle
Kışla dışında bulunan, Yeniçeri'ler
kurtulur, diğerlerinin hepsi top mermileri ile can verir.
Tarihçiler de, nedense, bu olaya sanki alay eder gibi, Vaka-i
Hayriye derler.
Kıyım'dan kurtulan Yeniçeri'ler,
mensubu oldukları, Bektaşi tekke ve dergâhlarına
sığınır, Yeniçeri libâsını
çıkarıp, Bektaşi dervişi kıyafetine
bürünürler. Başlarlar, sağda-solda
konuşmaya: “Padişahın yaptığı
iş doğru mu? Osmanlı'nın hiç mi düşmanı
yoktu? Moskofun önüne sürseydi de, bari, adamlar şehit
olsaydılar” demeye.
Bektaşi tarikatı
halk arasında çok yaygın ve itibarlı bulunduğu
için, söylenen bu sözler, halk üzerinde müthiş
tesirli olur. Halk ile devletin arasının açılması
tehlikesi zuhur eder. II. Mahmut çaresiz kalır;
Şeyhülislâm'dan fetva alır ve 11 Ocak 1827
tarihli bir fermanla, Bektaşi tarikatını yasaklar.
Hacı Bektaşi Veli'ye duyulan saygıdan ötürü,
Hacı Bektaş'taki Pir Postu hariç, bütün
Bektaşi tekke ve dergâhları kapatılır.
Vakıf mallarına el konulur. Muhakemeler yapılır.
Bir takım Dede veya Babalar asılır, bir kısmı
da, Çorum, Tokat, Sivas, Yozgat, Malatya, Erzincan ve Elazığ'a
sürgün edilirler.
Fakat Bektaşiler, haklı
olarak, her şeye rağmen tarikat'ı yaşatma
mücadelesine girişirler. Bektaşilik yasak olduğuna
göre, ne yapacaklar? İsim değiştirirler! Biz
Bektaşiyiz demezler de, “biz Aleviyiz” demeye
başlarlar! Alevilik ismi altında, faaliyetlerine gizli
gizli devam ederler. Dikkat edin, 1827 yılına kadar olan
hiçbir Osmanlı kaydında Alevilikten bahsedilmez
iken, 1827'den sonra da, Bektaşilik'ten hiç söz
edilmez. Ta ki, Sultan Abdülaziz bir ferman neşrederek,
Bektaşi tekkesi'nin yeniden kurulmasına izin verinceye
kadar.
İşte bu suretle, yasak dönemine kadar
kullanılan Bektaşi kelimesi yerine, 1827'den sonra, aynı
şeyi ifade etmek üzere, yasaklanmamış olan Alevi
deyimi kullanılmaya başlanmıştır. Bu sebeple
de, 1827 yılına kadar olan devlet arşiv belgeleri ile
Baba ve Dedelerin ellerinde bulunan ferman, berat, icazet ve benzeri
hiçbir belgede Alevi tabiri yoktur. Bu belgeler ve resmi
yazışmalarda hep Bektaşi terimi kullanılmıştır.
Bu bakımdan, 172 yıldır kullanılan Alevi kavramı,
Bektaşi manâsına kullanılmaktadır. Alevilik
eşittir, Bektaşilik'tir. “Legal iken Bektaşilik,
illegal iken Alevilik.”
ALEVİLİK EHL-İ
SÜNNET BİR TARİKATTIR!
O halde: Alevilik =
Bektaşilik demek olduğuna göre, Alevilik'in hak mı
yoksa bâtıl mı, Ehl-i Sünnet mi yoksa Ehl-i
Bid’at mı olduğunu anlayabilmek için, bizim
yapmamız gereken şey; Bektaşilik'in hak mı yoksa
bâtıl mı, Ehl-i Sünnet mi yoksa Ehl-i Bid’at
mı olduğunu araştırmaktır. Çünkü,
böylelikle, eğer incelememiz sonunda, Bektaşilik'in
hak ve Ehl-i Sünnet olduğu neticesine ulaşır
isek, o zaman Alevilikin de hak ve Ehl-i Sünnet olduğu
sonucuna da -kendiliğinden- ulaşmış oluruz.
Esasen, Bektaşilik'in hak ve Ehl-i Sünnet olduğu
noktasında insaf ve ilim sahibi hiç kimsenin zerre kadar
bile bir şüphesi yok... Bütün ilim erbâbı
Bektaşilik'in hak ve Ehl-i Sünnet bir tarikat olduğunda
hemfikirdir. Ama biz gene de, araştırmamızı
yapalım.
Bektaşilik'in Pir'i, HACI BEKTAŞi
VELÎ'nin, bugün, elimizde MAKALAT ve ŞERH-İ
BESMELE isimli iki eseri bulunmaktadır. Bu eserleri inceleyen
bütün uzmanlar, meselâ Prof. Dr. Esat COŞAN ile
Dr. Abdülkadir SEZGİN; “Bektaşilik itikat
bakımından MATURUDÎ mezhebine, ameli-fıkhi
bakımdan ise, HANEFÎ mezhebine mensuptur”
demektedirler. Öyle ise, Bektaşilik ve dolayısı
ile Alevilik de Ehl-i Sünnet vel Cemaat, yani, hak bir
tarikattır. Bu, Bektaşilik'in teori'si bakımından
böyle.
Böyle olması da gayet normal! Aksi
halde, Osmanlı, askeri gücünün önemli bir
kısmını teşkil eden Yeniçeri Ocağı'nı,
o zaman için can düşmanı olan, İranlı
mollaların ellerine teslim etmiş olurdu ki, bu mümkün
olmadığı gibi, aptalca olurdu! Böyle bir
akılsızlığı, Osmanlı herhalde yapmazdı!
Öyle değil mi?
Peki, Bektaşilik'in pratik'i
bakımından durum ne?
Aynı mı?
Yani,Bektaşilik'in uygulaması da, Ehl-i Sünnet vel Cemaat ve hak mı?
Birlikte
bakalım.
Bütün tarikatlarda, tarikata
katılan-giren talip bir ikrar metni okur. Bir söz verir.
Bu, usuldür... Bu ikrar, talibin, bundan sonra inanacağı
esaslarla tâbi olacağı kuralları belirler. Bu
bakımdan, bu ikrar metni, tarikat için de, talip için
de, fevkalâde önemlidir.
Bektaşilik'te de bir
ikrar metni vardır. Bu metni birlikte okuyup, hükmü
beraberce verelim:
“Allahü Azimüşşan'ın
kuluyum. Adem Safiyyullah'ın neslindenim. İbrahim
Halilullah milletindenim. Dinimiz, din-i İslâm, kitabımız
Kur'an, Kıblemiz Kâbe, Muhammed Aleyhisselam'ın
ümmetindenim, Şah-ı Merdan-ı Mürteza Ali'nin
bendesiyim. Güruh-u Nacidenim. İmam-ı Cafer Sadık
Mezhebindenim. Allahü Ekber ve lillahil hamd.”
Görüldüğü gibi, bu ikrar metninin
insanı şüpheye düşüren veya
anlaşılmayan hiç bir tarafı yok. Sadece iki
hususun, konumuz bakımından, biraz izah edilmeye ihtiyacı
var. Bu açıklamayı, gene birlikte, yapmaya
çalışalım:
Birincisi, Güruh-u Naci
sözü ki bu söz, Peygamber Efendimizin hadisinde de
geçen, bildiğimiz fırka-i naciye yani Ehl-i Sünnet
vel Cemaat anlamındadır. Bunda, hiç kimsenin, hiçbir
şüphesi yok...
İkincisi ise, “İmam-ı
Cafer Sadık Mezhebindenim” sözüdür ki,
bu cümlenin biraz daha uzun bir izahata ihtiyacı var.
Bektaşiler veya Aleviler bu sözü, bazılarının
anlamak ve yutturmak istediği gibi, fıkhî ve itikadî
mezhep olan Caferilik olarak almamaktadır... (Çünkü
Caferilikin kurucusu, Cafer-i Tus adında başka birisidir.)
Tasavufî anlamda almaktadırlar... Ki, bu çok daha
doğru bir anlayıştır. Çünkü,
gerçekten de, Bektaşi tarikatı'nın Ehl-i Beyt’e
altın halka ile bağlandığı nokta, İmam-ı
Cafer Sadık Hazretleri'dir... Ve, Bektaşilerin tarikat
yolu, İmam-ı Cafer Sadık'ın kutlu öğretisi
ve gösterdiği işaret yönünde devam
etmektedir.
Bektaşiler, yukarda da belirtildiği
gibi, itikadî bakımdan Maturudî ve fıkhî-ameli
bakımdan ise, Hanefi'dir. Yani, Ehl-i Sünnet vel
Cemaat'tır.
Ayrıca, İmam Cafer Sadık
Hazretleri imam-ı kül idi. O'nun vaktinde mezheplerin
kurulmasına ihtiyaç yoktu. O sebeple, İmam Cafer
Sadık mezhep kurmamıştır. Mezhep imamı
değildir. O devirde, O'nun gibi bir âlimin hayatta olduğu
dönemde, bütün müslümanlar onun fetvalarına
göre amel ediyordu. O mezhep kurmaktan da müstağni
idi. Çünkü, O, Şeriat-ı Ahmediye'yi usûl
ve fürû olarak babası İmam Muhammed Bakır'dan,
O, babası İmam Zeynelabidin'den, O, babası Şehid-i
Kerbelâ İmam Hüseyin'den, O, babası Aliyyel
Mürteza'dan, O'da, doğrudan Hazreti Peygamber'den almıştır.
Bektaşi ikrarındaki, “İmam-ı
Cafer Sadık Mezhebindenim” sözü, bu sebeple,
“tarikat yolu olarak ve tasavvufta rehberlik anlamında
İmam-ı Cafer Sadık yolundayım”,
demektir... Bilindiği gibi, şeriat, tarikat ve mezhep
kelimeleri, Arapça'da yol anlamındadır. Bunların
dinî terimler haline gelmeleri, çok daha sonra olmuştur.
Görüldüğü gibi, Bektaşilik'in
ikrar metninin tetkikinden de, Bektaşilik tarikatının
tatbikatının da, Ehl-i Sünnet vel Cemaat ve hak olduğu
neticesi çıkmaktadır. Öyle ise, Bektaşilik
demek olan Alevilik'e; kim ki, ayrı bir dindir, ya da ayrı
bir mezheptir demektedir, o ya gafildir ya da haindir!
Alevilik
ayrı bir din değildir! Alevilik ayrı bir mezhep de
değildir! Alevilik, Ehl-i Sünnet vel Cemaat yolunda,
itikatta MATURUDÎ ve amelde, fıkıhta HANEFi bir
tarikattır! Bu, böylece bilinmelidir.
Bakın,
meşhûr Alevi-Bektaşi KAYGUSUZ ABDAL, neler yazıyor:
İslâm'ın şartını sual
edersen,
Savm ile salat, zekât ile hac,
İcmalin de,
şartı beştir, efendi.
Malın var ise, Hak
yoluna saç,
Muradın eğer iman öğrenmek
ise,
Biri şehadettir, lisanını aç,
Anın
da adedi şeştir efendi.
Bu sana acaip iştir
efendi.
Peygamberleri sev, onlara inan,
Din, Muhammed
dini, cümleden asıl,
İnanmayanlardır, ol nâre
yanan,
Gayri dinleri bilmesem nasıl,
Melek, kitap,
ahiret olmaz mı ahsen
Ziyade değildir, üç
farzdır gusül,
Var ise, inanın boştur
efendi.
Mazmaza, iştinşak, beden yaştır efendi
Biz dört biliriz abdestin farzın,
On iki şartı
vardır salatın,
Gel öğrenmeğe var ise
kastın,
Kılıp anı menzile iletin,
Dirseklerin mail, yumalı destin,
Ayne'l-yakin varise
illetin,
Vech ile ricleyn yaştır efendi.
Anın
da adeti şeştir efendi.
Hadesten, necasetten eyle
taharet,
Tekbir al, ellerin başına götür,
Ört
avret yerini, etme kerahet,
Kıyam, kıraat, rüku,
sücuddur,
İstikbâl-i kıble, vakitle
niyyet,
Kade-i ahirede, bir miktar otur,
Bu altı saydığın
dıştır efendi.
Kılarsan ne güzel iştir
efendi.
Kaygusuz Abdal'ın bildiği böyle,
Noksanı var ise, doğrusun söyle,
Su bulunmaz
ise teyemmüm eyle,
İki darp, bir niyet, üçtür
efendi.
Bu şiirin altına, Ehl-i Sünnet vel
Cemaat yolunda bir Müslüman olarak, biz, imzamızı
atarız. Ya siz, siz imzanızı atmaz mısınız?
Herhalde siz de atarsınız, öyle değil mi? O
zaman, yazdıklarımıza da katılıyorsuz,
demektir. Bizim, bir sürü lâf kalabalığı
ile ispatlamaya çalıştığımız
tezi, Kaygusuz Abdal bir şiir ile mükemmel bir şekilde
anlatıyor. Ulu ve yüce Allah, O'ndan, razı olsun.
Alevilik konusunda, Ülkücü Hareket'in büyük
mütefekkiri merhum S.Ahmet ARVASÎ Hocamız ise şöyle
diyor:
“Türk tasavvuf tarihi, incelendiğinde
görülmektedir ki, Türk milleti, gerek Hz. Ebubekir'den
gelen, gerek Hz. Ali'den gelen bütün tarikat kollarına
sahip çıkmıştır... Âlim ve
mütefekkir Doğu Türklüğü ile asker ve
şair Batı Türklüğü arasındaki
küçük mizaç farkları, galiba tasavvufa
da yansımış bulunmaktadır.”
“Türkistan Türklüğü,
savaşçı karakteri, Ashâb-ı Kiram'a ve
Ehl-i Beyt'e olan yüsek sevgisi yanında, daha çok
büyük sahâbi Hz.Ebu Bekir'in tasavvuf çizgisini
takibetmiş ve dolayısı ile bu mizaca uygun olarak ilim
ve tefekkür sahasında isim yapmış gözükmektedir.”
“Türkler Batı'ya ve Anadolu'ya geldikten
sonra, yaşamak ve varolmak için sürekli olarak kılıç
kullanmak zorunda kalınca, bütün Ashâb-ı
Kiram'a ve büyük imam Hz. Ebu Bekir'e olan yüksek
saygısını korumakla birlikte, daha çok Hz. Ali
çizgisinde gelişen tasavvuf kollarını tercih
etmiştir... Nitekim, Anadolu ve Batı Türklüğünün
Sünni çevrelerinin dahi Alevimeşrep olmalarının
sebebi bu olsa gerek.”
“Biz, Sünni ve
Alevi kelimelerini, gerçek manâları içinde
kullanıyoruz. Bu kavramları, soysuzlaştırarak
düşman kamplar meydana getirmek için yanlış
yorumlar yapan ardniyetli çevrelerle bizim alâkamız
yoktur... Bilindiği gibi, Alevi kelimesi, lügat manâsı
itibarıyla, İslâm’ın yüce
halifelerinden İmam-ı Ali (R.A) Hazretlerine mensubiyet
ifade eder. En saf ve berrak manâsı ile Hazreti Ali'nin
soyundan olan veya yolundan giden demektir... Sünni kelimesi
ise, Şanlı Peygamberimiz Hazreti Muhammed'in (O'na binlerce
selât ve selâm olsun), Yüce Sünnetine uyan ve
O'nun mübârek yolundan giden demektir.”
“Böyle
olunca, Alevi ve Sünni mefhumları arasında zıddiyet
ve düşmanlık arayanlar, ya çılgın
veya ardniyetli olmalıdırlar. Çünkü,
bizzat yüce sahâbi Hazreti Ali, Şanlı
Peygamberin soyunu devam ettirmeye memur ve O'nun sünnetine,
herşeyden daha bağlı olan yüce İmam ve
Halifedir. Fakat, sinsi ve kahpe düşmanlıklara bakın
ki, ne yapılmışsa yapılmış, iki mübârek
kelime etrafında düşman kamplar ihdas edilmiştir
ve bu kamplaşmanın devam etmesi için, ne mümkünse
yapılmaktadır. Bu konuda dış düşmanların
tertipleri mühim olmakla birlikte, yaraları kanatıp
durmakta olan din bezirgânlarının rolü de
küçümsenemez.”
“Bilindiği
gibi, İslâm’ın yüce halifeleri Hz. Ebu
Bekir ile Hz. Ömer Şanlı Peygamberimizin
kayınpederleri, Hz.Osman ile Hz. Ali de damatlarıdır.
Muhterem vâlidemiz Hz. Ayşe de şanlı
Peygamberimizin sevgili eşleri... Allah'ın, kendilerinden
razı olduğu bu yüce İslâm büyükleri,
birbirlerine iman kardeşliği ile aile ve akrabalık
bağları ile, en güçlü gönül
bağları ile bağlı oldukları halde, düşman,
Müslümanlara öyle bir tuzak hazırlamış
bulunmaktadır ki, onlar, bunların etrafında ve manevi
atmosferinde bir diğeri ile kaynaşmak ve kenetlenmek yerine
bu yüce adları bahane ederek birbirlerine düşman
bulunmaktadırlar. Gafletin veya ihanetin bu derecesine pes demek
gerekir.”
“Kaldı ki, Ashâb-ı
Kiram da insanlardan meydana gelmişti. Bütün insanlar
gibi, onlar da hatâ işleyebilirlerdi. Onlar da
içtihadlarında yanılabilirlerdi, onların
arasında da teessüfe şayan hadiseler cereyan
edebilirdi. Bütün bunları bahane ederek Müslümanları,
asırlarca sürecek kin ve fitne dalgalarına itmek,
birbirine düşürmek elbette doğru olmazdı.
Halbuki, bu gibi konularda, Müslümanlara düşen
vazife ya susmak veya hayır konuşmaktır.”
“Unutmamak gerekir ki, dinimizde, müslümanın
müslümanı çekiştirmesi yasaktır.
Şimdi düşünün, müslümanların
Ashâb-ı Kiram'ı çekiştirmesi nedir?”
“Kesin olarak bilinmelidir ki, bu fitne devam
ederse, İslâm dünyası iflâh olmaz. Zaaftan
zaafa yuvarlanarak, emperyalizmin pençesinde inlemeye devam
eder.”
“Bütün bu açıklamalardan
sonra, rahatça belirtebiliriz ki, gerek Karahanlılar,
gerek Selçuklular, gerek Osmanlılar döneminde olsun,
İslâm'a girdikten sonra Türkler, Alevimeşrep
Sünniler durumundadırlar. Hattâ, Hatay (yahut Kıtay)
Türklerinden ve Sünni bir ailenin çocuğu olan
Şah İsmail, bilhassa Batı Türklüğünün
bu durumundan istifade etmeye kalkışmıştır.
İran'dan sonra, Anadolu Türklüğünü de
kontrolü altına almak için, Türk milletinde
mevcut olan coşkun Hz. Ali ve Ehl-i Beyt sevgisinden
faydalanmanın yollarını araştırmıştır.
Öte yandan Türk ve İslâm dünyasının
liderliğine oynayan Yavuz Selim Han, Şah İsmail'in bu
oyununu görmüş ve bozmuştur. Nitekim, başarıya
ulaştıktan sonra, Sultan Yavuz Selim Han, tuğrasına
bir de Şah ünvanını ekliyerek, tahtını
bu sevginin yörüngesinde ısrarla tutmuştur.
Bununla da yetinmemiş, bütün dünya
müslümanlarının da lideri (Halifesi) olmayı
başarmıştır. Sünni ve Alevi bütün
İslâm dünyasını, bu çapta toplayan
başka bir Yavuz Selim var mıdır? Hz. Ali'ye aşk
ile bağlı olan Yavuz'u, Alevi düşmanı
tanıtmak büyük haksızlıktır; O gerek
Türk dünyasını, gerek İslâm dünyasını,
bölmek için uydurma çatışma kampları
hazırlamak isteyen hırslara ve kötü niyetlere
karşı çıkmış, birlik ve bütünlük
için savaşmış bir Türk büyüğüdür.
O'nu iyi anlamak lâzımdır.”
“SİZ,
MÜSLÜMANLARI, SÜNNi VE ALEVİ DİYE UYDURMA
DÜŞMAN KAMPLARA AYIRMAYA ÇALIŞAN DÜŞMAN
OYUNLARINA ALDIRMAYIN. UNUTMAYIN Kİ, GERÇEK SÜNNİLER,
GERÇEK ALEViLERDİR; YAHUT GERÇEK ALEViLER GERÇEK
SÜNNİLERDİR.”
MEZHEPÇİLİK
MESELESİ NASIL HALLEDİLİR?
Öyle ama,
biz ne dersek diyelim, neye inanırsak inanalım, her şeye
rağmen, ortada, bir realite olarak, Türk Milleti'nin millî
birlik, beraberlik ve bütünlüğünü
tehdit eden bir sıkıntı yok mu? Var... Ve, bu
problemin adı, biz kabul etmesek bile, ne yazık ki,
birileri tarafından Mezhepçilik Meselesi olarak konulmuş
ve bu isimlendirme kamu tarafından kabul edilmiş. Öyle
değil mi? Öyle! Fakat, bizim, yukarda gelişme ve
oluşma tarihçesi ve dini delilleri ile ispatlamaya
çalıştığımız gibi, bu, hiç
de Mezhepçilik Meselesi değil. Ve bu, sadece yapay bir
Alevi-Sünni zıtlaşma ve çekişmesidir.
Lâkin, bir sıkıntı, bir problem ve bir mesele
vardır ve mutlaka çözülmelidir. Çünkü
çözülmediği sürece büyüyecektir.
Nitekim büyümektedir. Peki, bu, sünni ve alevi
probleminin bir çözümü var mıdır?
Alevi ve Sünni meselesi nasıl çözülür?
Bu suale, en doğru ve güzel cevabı Ülkücü
Hareket'in büyük mütefekkiri rahmetli S. Ahmet ARVASÎ
Hocamız şöylece veriyor:
“Hemen
belirtelim ki, bu problemin, ülkemizin dışına
taşan çok önemli boyutları bulunmakla birlikte,
bu problemin çözümünde tamamen çaresiz
durumda değiliz. İç ve dış düşmanlarımızın
elele vererek, kanattıkları, siyasî ve ideolojik
maksatlarla istismar ettikleri, bu içtimaî yaramızı
elbette tedavi imkânları vardır.”
“Kanaatimizce, kendimizi, yanlış laiklik
telakkisine ve kompleksine kaptırarak problemi oluruna bırakmak
asla doğru değildir. Esasen, biz, bu tavrı takınarak
ve dine ilgisiz kalarak ülkemizde, son yarım asır
içinde meydana gelen, dinî gelişmeleri ciddiyetle
takip edemedik. Hatta, bu sahayı, tamamı ile iç ve
dış düşmanların yahut cehaletin istismarına
terkettik. En azından, din müessesesi karşısında
aldığımız, bazan olumsuz, bazan ilgisiz,
vaziyetten yine biz zarar gördük. Esefle belirtelim ki,
dinin, asrımızda da fonksiyonel ve canlı bir müessese
olduğunu gören her renkteki emperyalist güçler,
bizim bu ilgisizliğimizden, tahminlerin üstünde
faydalandılar.”
“Oysa, devlet, kendi
temel prensipleri ile ters düşmeden, gerçek, ciddi,
dosdoğru ve samimi bir din eğitimi ile hem gençlerimizi
hem milletimizi bu tehlikelerden korumuş olurdu, hem de devlet
ve millet bütünlüğünü pekiştirirdi.
İslâmiyet'in dosdoğru anlatılması, bizce,
çok kolaydır. Çünkü, İslâm
dininin kaynakları, dost düşman herkesin de kabul
edebileceği bir biçimde, apaçık ortadadır.
Aynı Mukaddes Kitaba ve aynı Peygambere inanan insanları,
bir araya getirmek pekalâ mümkündür. İslâm
dünyasında ve bilhassa ülkemizde farklı kollara
rağmen bütün müslümanların Kitab'ı,
tektir ve bütün hayatı, yaşayışı,
davranışı ve sözleri en sağlam biçimde
tesbit edilmiş bir Peygamber'e inanılmaktadır.
Hıristiyan dünyasında rastladığımız
tarzda, birbirini nakzeden İncil'ler etrafında
paraçalanmadığımıza göre, uygun bir
zamanlama ve strateji ile ülkemizde, problem çözülebilir
niteliktedir.”
“Biliyorum, yaranın
çok derine varan kökleri ve çetin boyutları
vardır. Problem, çok faktörlü ve çok
biçimli bir gelişme içinde bugünlere
ulaşmıştır. Ancak, iman etmekteyim ki, bu
problem, bütün çetinliğine rağmen çözülmez
değildir. Bence, ilk iş, bütün ithamlara rağmen,
ciddi, samimi ve dosdoğru bir din eğitimi plânlanmalıdır.
Din sahası, hem cehaletin hem istismarcıların hem de
kara ve kızıl emperyalizmin elinden kurtarılmalıdır.
Bilhassa yabancı güçlerin el ve ayakları
ülkemizden uzaklaştırılmalı, yarayı
kanatmaya çalışan basın ve yayın
faaliyetleri durdurulmalıdır. Yanlış bir laiklik
politikası ile devlet, dinin yanlış anlatılmasına
ve istismar edilmesine karşı ilgisiz bırakılmamalı;
bilakis, devlet, dinin dosdoğru anlatılmasına ve
yorumlanmasına yardımcı olacağı ortamı
hazırlamaya teşvik edilmelidir. Dinde indî ve
sübjektif yorumlar yerine, edille-i şer'iyye ile tayin
olunmuş ölçüler hâkim olmalıdır.
Din ve vicdan hürriyeti, devletin ve milletin aleyhine
kullanılmamalı, siyasî mezhepçilik
yapılmamalı, inanç farkları, ideolojik ve
politik çatışmalara paravan edilmemelidir.”
“Diyanet İşleri Teşkilâtı,
inanmış, ehliyetli ve vatanperver kadrolarla takviye
edilmeli, ilmî ve akademik çalışmalarla din
sahası, babilerin, hurufilerin, bâtinilerin,
istismarcıların, dedelerin, ahundların ve yobazların
ellerinden ve neşriyatından kurtarılmalı; tarikat
ve tasavvuf maskesi altında dinin soysuzlaştırılmasına
engel olunmalıdır. Emperyalist oyunlarını
tesbitte ve teşhiste devlete yardımcı olmalıdır.”
“Bizce, bu problemin çözümünde,
temel tedbir eğitimdir. Devletçe ve milletçe
İslâmiyet'in yanlış anlatılmasının
ve yorumlanmasının önlenmesi için gerekli örgün
ve yaygın eğitim tedbirlerinin ciddiyetle ve samimiyetle
alınmasıdır. Şaşıyorum, biz,
İslâmiyet'i başka milletlerin , başka dinden
olan çocuklarına, anlatabiliyoruz da sadece kendi
insanlarımıza mı anlatamıyoruz? İslâmiyet,
inançları ile ibadetleri ile ve bütün cephesi
ile meçhul bir şey değil ki, onu anlatmakta ve
öğretmekte zahmet çekilsin” .....
“Mukaddes ve mübarek Sünni ve Alevi
kavramları etrafında çirkin oyunlar oynayarak
müslümanı müslümana, Türk'ü Türk'e
kırdırmak istemektedirler. Hiç şüphesiz,
Türkoğlu, bu oyunları da bozacaktır.”
Kaynak : http://www.ulkucudunya.com/index.php?page=kitap-icerik-detay&kod=54